GÜLTEKİN DAŞGIN
  KÜÇÜK HİKAYELER
 

 

Anzaklı Ömer’in Hikayesini 1957 Yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD’ye giden doktor Ömer Muşluoğlu, görev yaptığı hanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:

Amerika ‘ya gittiğim ilk yıllar New York’da Medical Center Hospital’da görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler..

Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor .Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında..

-Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?” dedim.
Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı.. Kolunu açtım, baktım pazusunda bir Türk bayrağı dövmesi var. Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim:
-Siz Türk müsünüz?
-Kaşlarını yukarıya kaldırarak “hayır” manasına bir işaret yaptı.
-Ama ben hala merak ediyorum. “Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?”
-Aldırma öylesine bir şey işte, dedi.
Ben yine ısrarla:
-Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım…
Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
-Siz Türk müsünüz?
-Evet Türk’üm….”

İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı.. Anlatmaya başladı:

“Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de..Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben, Avustralya Anzaklarındanım. İngilizler bizi toplayıp dediler ki:
-Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda.. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. ‘
Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katıldık.. Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale’ye sevk ediyormuş. Bizi gemilere doldurup Mısır’a getirdiler, orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alıp Çanakkale’ye getirdiler.

Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler gibi geceyi gündüze çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş.

Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz, bizi püskürtüyorlar.. Tekrar taarruz ediyoruz, bizi gene püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz..

Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum. Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya… Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı sarmışlar. İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok olmuştum doğrusu..
Dedim ki kendi kendime:
-’Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler, ama öldürmüyorlar… Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi.. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler..’ Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla ‘Yazıklar olsun bana’ dedim. ‘Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış’ diyerek pişman oldum.. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki… Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce.. Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte..”

Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: Talihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk… Ne garip değil mi? Avustralya’dan Amerika’ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum. Peşinden nemli gözlerle
-Bana adınızı söyler misiniz? dedi.
“Ömer” cevabını verdim.
Merakla tekrar sordu:
-Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?”
-Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.
-Senin adın Müslüman adı mı?
Ben
-Evet, Müslüman adı” deyince yüzüme baktı,doğrulmak istedi. Onun yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
-Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi, şimdiden sonra “Anzaklı Ömer” olsun.
-”Olsun” dedim.
-”Peki doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?”
Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş..
-”Tabii” dedim.. “Müslüman olmak çok kolay.” Sonra kendisine imanın ve İslam’ın şartlarını anlattım, kabul etti. Hem kelime-i şahadet getiriyor, hem de ağlıyordu.. Mırıldandı:
-Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden tespih çekerek Allah’ımı ansam olur mu?
Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk’ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Hemen bir tespih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih çekiyor, biz de tedavisiyle ilgileniyorduk. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti.
-Beni yalnız bırakma olur mu?”
-Ne gibi Ömer amca?
-Ara sıra gel de bana İslamiyet’i anlat!.. Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor.” O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum;
“Doktor Ömer, lütfen 217 numaralı odaya gidin!
Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum, kendisine kelime-i şahadet söylettirdim, o şekilde kucağımda ruhunu teslim etti…
Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. Ne yalan söyleyeyim, ağladım… ”

Madem ki; düşünceyi zindana koymayan, hakikat sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur ve adil Türkler var, üzerinde hakikatin, adaletin ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir güneş ülke neden vücut bulmasın…”






SEÇKÜL KIZIN HİKAYESİ
Kasabanın birinde, Seçgül adında çok güzel bir kız yaşarmış. Bütün erkekler, onunla evlenmek ister, fakat o hiçbirini beğenmezmiş. Yine, onun reddettiği gençlerden biri, unutmak için şehre yerleşmiş.
 
Yıllar sonra kasabaya uğradığında, kimseyi beğenmeyen bu kız kimle evlenmiş acaba diye merak etmiş ve birilerine sorup, kızın evlendiği kişinin evini bulmuş ve kızın evinin önünde beklemeye başlamış. Biraz sonra içerden oldukça çirkin, göbekli filan bir adam çıkmış. Genç adam, böyle birini görünce çok şaşırmış.
 
Kapıyı çalmış ve Seçgül’e sormuş; "Senin gibi kimseyi beğenmeyen bir kız, nasıl olurda böyle biriyle evlenir?" Seçgül hüzünlenmiş ve demiş ki; "Şu gördüğün gül bahçesine gir ve bana en güzel gülü koparıp getir, fakat kesinlikle geçtiğin yere geri dönme."
 
Genç adam, en güzel gülü getirmek için bahçeye girmiş. Karşısına çok güzel bir gül çıkmış, fakat mutlaka daha iyisi vardır diye, ilerlemeye devam etmiş. Karşısına çok güzel güller çıkıyor, fakat o, en iyisini bulmak amacıyla ilerlemeye devam ediyormuş. Birde bakmış ki,  bahçenin sonuna gelmiş ve orada sadece solmuş bir gül kalmış. Geri dönemeyeceği için de,  mecburen o solmuş gülü götürmüş kıza.
 
Seçgül, genç adama bakmış ve, "İşte benim hikayemde böyleydi" demiş.
 
*  *   *
 
Yukarıdaki Seçgül kızın hikayesi gibi çok hikayeler duymuşsunuzdur. Karar vermekte zorlandığı için evde kalmış veya istemediği evlilikler yapmış bir çok kız ve(ya) erkeğin hikayeleri de bu kızın hikayesinden farklı değildir.
 
Peki bu karar verememe veya yanlış karar verme, sadece evlilik sürecine mi mahsustur? Hayatın her alanında bizleri bir karar verme süreci beklemektedir. Bazen çok kolaydır karar vermek, ama bazen de çok zorlanırız. Özellikle bizim için çok önemli olan, hayati diyebileceğimiz konularda karar verirken, çok zorlanır, hatta bu nedenle strese girer, günlerimizi zehir ederiz kendimize.
 
Karar vermekte zorlanmamızın nedeni, vereceğimiz kararın doğruluğundan emin olabilmektir.Vereceğimiz yanlış bir kararın bizi ne gibi durumlara sokabileceğini düşünür, bu düşünce sonucu da, bizi çeşitli olumsuz duygularla birlikte, kaybetme korkusu sarar. İçgüdülerimize güvenmek bizi doğru karar almaya bir adım daha yaklaştırırken, kaybetme korkusuna kapılmak yanılmamıza neden olabilir.
 
Sonradan pişmanlık duygusuyla boğuşmamak için, verdiğimiz kararların doğruluğundan nasıl emin olabiliriz? Ya da diğer bir deyişle verdiğimiz her kararın arkasında göğsümüzü gere gere durabiliyor muyuz? Diyet yaparken bile verdiğimiz kararın arkasında ne kadar emin durursak, kilolarımızı o kadar kolay ve hızlı bir şekilde kaybettiğimizi görürüz.
 
Dünyaca ünlü bilim dergisi New Scientist, karar verirken doğruluk payını artıracak etkenleri 10 ana başlıkta topladı. Karar verme sürecinde zorluk yaşayanlara duyurulur. İşiniz aslında sandığınızdan daha kolay. İşte size, karar vermenizi kolaylaştıracak 10 maddelik rehberiniz..
 
1. Kararlarınızın sonuçlarından korkmayın
Karar vermeyi zorlaştıran en önemli faktörlerden biri, daha kararı vermeden sonucunu düşünmeye başlamaktır. Yapılan araştırmalara göre, aslında kararın sonucunu düşünürken, her zaman abartıya kaçıldığını gösteriyor. Yani kararın sonucunda, hiçbir zaman önceden hayal edildiği kadar acı, ya da mutluluk yaşanmıyor. Kişileri bu abartılı, yanlış öngörülerde bulunmaya iten ise, kaybetme korkusudur.
 
2. İçgüdülerinize güvenin
Aşırı bilgi birikimi, hayatın her alanında, özellikle de pratik düşünülmesi gereken zamanlarda sorun yaratabilir. İyi ve doğru bir karar için, her zaman uzun bir süreye ihtiyaç olduğu düşünülür. Oysaki, hayatın bazı alanlarında ani ve içgüdüsel fikirler, uzun zaman harcanarak alınan kararlardan çok daha iyi sonuçlar verir. Bilimsel araştırmalara göre, ilk kez karşılaştığımız insanlara ait izlenimlerimizi, o kişinin yüzünü gördüğümüz ilk 100 milisaniye içinde ediniyoruz.
 
3. Duygularınızı küçümsemeyin
Kararlarınızı alırken duygularınızı küçümsemeyin. Önemli olan, duygularınıza güvenerek karar almanız değil, karar alırken hangi duygulardan yararlandığınızdır. Örneğin, öfke altında aldığınız kararlar daha bencil, daha aceleci ve daha risklidir. Üzüntü ise, doğru karar alınmasını sağlayan tek duygudur. Hatta araştırmalara göre, hayatı, kararları ve geleceği en iyi öngören kişilerin, depresyondakiler olduğunu göstermektedir. Psikologlar, bu özelliği, 'Depresif gerçekçilik' olarak tanımlıyor.
 
4. Şeytanın avukatı olun
Hiçbir zaman, gerçek anlamda objektif olamayacağınızı kabul etmelisiniz. Geçmişiniz, yaşadıklarınız ve duygularınız, farkında olmasanız da sizi taraf yapar. İyi ve doğru bir seçim yapmak istiyorsanız, hatalı olduğunuzu gösterecek kanıtları görmezlikten gelmeyin. Fikirlerinizi çoğaltmaktan, değiştirmekten kaçınmayın. Kendinize açıklıkla bakmayı deneyin ve öyle karar verin.
 
5. Ayrıntılara boğulmayın
Karar alma sürecinizi sekteye uğratacak en büyük kriz anlarından biri de, ayrıntılara takılmaktır. Psikologların 'Demir atma etkisi' adını verdikleri bu durumun, ne zaman karşınıza çıkacağı belli olmaz. Örneğin, indirim döneminde, eşyanın orijinal fiyatına bakınca, kelepir olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak, aslında ürün, indirimli fiyatı ile hala değerinin üstünde satılıyor olabilir.
 
6.Gidenin ardından yas tutmayın
'Zararın neresinden dönülse kardır' sözüne fazla inanmayanlar, eski alışkanlıklarından kopmakta zorlanırlar. Oysa, bazı durumlarda geçmişi bırakıp, geleceğe yönelik kararlar almak, zarardan çok yarar getirir. Yürümeyen bir ilişkiyi zorla yürütmeye çalışmak, kapasitenin üstünde bir işin altından kalkmaya uğraşmak, ya da artık kullanılamayan giysilerden vazgeçmek gibi. 'Olan oldu, biten bitti' mantığını benimseyenler, geçmişteki hatalardan pişmanlık duymadan, yeni kararlara doğru kolayca yol alabilirler.
 
7. Gözlüklerinizi değiştirin
Hayata bakış açınızı değiştirdiğinizde, geçmişte gözden kaçan birçok şeyi fark etmeye başlayacaksınız. Örneğin, ürününe 'yüzde 10 yağ içerir' yerine, 'yüzde 90 yağ içermez' yazan satıcılar artık sizi avlayamayacak. Siz, görmek istediğiniz gibi bakmak yerine, birkaç farklı açıdan bakmaya başladıkça, kararlarınızı daha kolay ve daha emin bir şekilde vermeye başlayacaksınız.
 
8.Toplumsal baskılara yenilmeyin
İnsanların fikirlerini oluştururken ve karar verirken, sosyal yapıdan nasıl etkilendiğine dair verilecek en doğru örnek, dini tarikat, çete ve örgüt mensuplarıdır. Tek yaşayan kişiler, grup içindeki kişilere göre, kararlarını her zaman daha kolay verirler. Sorumluluğunuzun ve kararlarınızın hiçe sayıldığı ortamlardan uzak durun. Bireylerinin fikirlerine saygı duyan, tartışmaya açık gruplar içinde yer almak, size çok şey kazandıracaktır.
 
9.Seçeneklerinizi azaltın
Fazla seçenek, hata yapma oranınızı artırır. Örneğin, elinizde birden fazla diyet programı varsa, kendinize en uygun olanını seçmekte, mutlaka zorlanırsınız. Seçenekler arttıkça, inceleme, değerlendirme süreci artar, zihin karışır ve beyin bir anda bloke olma tehlikesi ile karşı karşıya gelir. Az ama öz seçenek, her zaman fazla seçenekten daha iyidir. O nedenle karar vermeden önce, seçenekleri azaltmakta her zaman fayda vardır.
 
10.Topu başkalarına paslayın
Bazı durumlarda karar vermek, sanılandan daha zor ve karmaşıktır. Bu gibi durumlarda karar verme görevini, başka bir kişiye devredebilirsiniz. Örneğin, kendinize uygun birkaç diyet programı arasında sıkıştığınızı hissediyorsanız, bırakın kararı doktorunuz versin. Ya da, arkadaş grubunuz için, ortak bir plan yapma görevini, başka kişilere paslayabilirsiniz. Böylece, hem zihninizi rahatlatır, hem de stres düzeyinizi aşağıya çekebilirsiniz.

2030 YILINDA GÜNCEL BİR ÖYKÜ
Sıcak, yapışkan yaz günü, cezaevinin kapısı... Mavi gömleğinin sırtı şimdiden laciverde dönmüş terli bir adam, bavuluyla çıkıp bakar gökyüzüne: Tek bulut yoktur.
 
Eski bir müdür yardımcısı olan adam, âşık olduğu ana sınıfı öğretmenini öğrencilerin gözü önünde öldüreli yirmi yıl geçmiştir. Yıllarca tımarhaneyle cezaevi arasında mekik dokuduktan sonra nasıl olmuşsa, şartlı tahliyesine karar verilmiştir.
 
Adam artık özgürdür ama durumu kavramakta güçlük çekmektedir. Sendeleyen bilinci yirmi yılda iyice körelmiş olduğundan, kendisini dışarıda neyin beklediği hakkında en küçük bir fikri yoktur.
 
***
 
Cezaevi kapısının karşısında gri bir araba ve yirmili yaşlarda iki adam görür. Kim olduklarını çıkaramaz. Gençlerden biri arabanın kapısını açar. Binmesi gerektiğini anlar adam.
 
İri kıyım gencin kullandığı arabayla saatlerce yol alırlar. Bu arada hava kararmıştır. Asfalttan sapıp ışıksız ara yollara girerler. Cezaevinden çıkmış adamın gözlerinde herhangi bir ifade yoktur. Karanlığa öylece bakmaktadır.
 
***
 
Dar ve karanlık yollardan sonra, nihayet bir kır evinin önünde dururlar. Büyükçe bir evdir burası, veranda lambasının altında gölgeler vardır. İri kıyım genç arka kapısını açar arabanın, adamın inmesi gerekmektedir.
 
Verandada kadınlı erkekli yirmi kişi görür. Konuşmadan bakarlar adama. Ampulün solgun ışığıyla aydınlanan yüzünde ilk defa korktuğunu belli eden bir ifade belirir. Kimdir bu insanlar? Ona ne yapacaklardır?
 
“Korkma...” der, bir kadın: “Biz o gün sınıfta olan öğrencileriz. O zaman altı yaşındaydık. Öğretmenimize onu sevdiğini söyleyerek ateş etmeni, sonra da bıçaklamanı gördük ve unutmadık. Bu yüzden kimseye ’seni seviyorum’diyemedik hayatımızda. Bize söyleyen herkesten de korktuk. Buna yol açan kişiyi tanımak için yıllarca bekledik seni.”
 
Adam neyle karşı karşıya olduğunu anlamıştır. Oradan sağ çıkamayacağını düşünmeye başlar. Başı dönmektedir, oturmak için izin ister, bir sandalye gösterirler.
 
“Korkma...” der aynı kadın: “Biz seni affetmeye çoktan karar verdik. Sabaha evinde olacaksın. Ama seni o halinle başımıza müdür yardımcısı diye koyanlarla savaşımız sürecek. Sonuna kadar. Şimdi söyle, aç mısın?”
 
Kadının gözlerine bakamaz, başını çevirir adam. Kır evinin hemen önünde, gece kara bir duvar gibi yükselmektedir.
 
 
                                        *      *      *
 
İstanbul Bağcılar’da görev yaptığı İTO İlköğretim Okulu’nda Müdür Yardımcısı Ekrem Şavran’ın, aynı okulun Ana Sınıfında, 20 tane küçük çocuğun gözleri önünde, öğretmenleri Derya Çakır'ı tabancayla ateş ettikten sonra boğazını keserek katlettiğini, haberlerde duymuş veya okumuşsunuzdur.
 
Müdür Yardımcısı Ekrem Şavran'ın savcılıkta verdiği ifade de; "Derya'yı vurduktan sonra, öğrencilere dönerek, 'Derya hocayı ne kadar sevdiğimi biliyorsunuz' dedim" şeklinde konuşmuş. Ayrıca, "Kendime de sıkacaktım ancak silah bir türlü ateş almadı" diyerek de, ne kadar masumane, sadece aşk ve sevgi ile bu cinayeti işlediğini belirtiyor.
 
Şimdi, 25 yaşında yaşamının baharında olan bir genç kız toprağın altında, diğeri ise kimbilir ne hafifletici sebepler uydurularak, kısa bir süre sonra aramıza dönmek üzere cezaevinde.
 
Fakat, kanlı bir cinayete gözleri ile tanık olan 20 tane küçük çocuğun yaşadıkları bu travma ne olacak?.. Bu travmadan nasıl kurtulabilecek bu 20 tane körpe beyin?.. Tuna Kiremitçi'nin sözleriyle, nasıl "seni seviyorum" diyebilecek bu çocuklar büyüdükleri vakit bile?..
 
Asıl sorgulanması gereken bu olmalı kanımca..

 


GAZ PADALI İLE FIRENİN ÖLÜMSÜZ AŞKI
Bir otobüs, içi hınca hınç dolu..
Yolcuların kimi de ayakta..
Yavaş yavaş tırmanıyor, zigzaglı yollardan rampayı..
Belli ki motoru çok güçlü; kaptan ayağını gaza bastıkça hızlanıyor..
Nihayet, rampayı çıkıp, düzlüğe eriştiler..
Bundan sonra daha hızlı gidebilir otobüs..
 
Yolcuların çoğunun acelesi var, istiyorlar ki, bir an önce varsınlar sevdiklerinin yanına..
Onun için otobüsün kaptanına biraz daha hızlanması için ricalar, seslenmeler hatta şikayetler duyuluyor..
Bir yandan da, kaptanı gaza getirme çabası var, kaptanın ayağını gaza daha kuvvetli basması için..
"Haydi kaptan, sen bi tanesin.."
"Bu yolların fatihisin sen.."
"Sen en hızlısın.."
"Seni kim tutar be.."
Eh, kaptan da insan, bu dolduruş ve gaz vermelerden etkilenecek elbette..
Basıyor tüm kuvvetiyle gaza ve otobüs şöyle bir şahlanıp, nerdeyse uçmaya başlayacak, kanatları da olsa..
 
Son sürat inmeye başlıyor otobüs rampadan aşağı..
Kaptan gazı aldı ya, düşünmüyor bile, acaba bir tehlike anında bu frenler tutar mı diye..
Zaten kaptanın en gıcık olduğu şey, fren kullanmak..
Onun en sevdiği sadece gaz pedalı..
 
Sol şeridi tam kapatmış giderken, bir de ardından gelen son model otomobiller de, sinyal verip, korna çalarak yol vermesini istemezler mi??..
Onlara yol vermeye kalksa, yavaşlaması lazım ki, bunu hiç istemiyor..
Bu arada, tavşan, sincap, tilki gibi önüne ne çıkarsa, gözü görmüyor ezip geçiyor..
O arada, bir ayı da nasibini alıyor ve boylu boyunca uzanıveriyor yolun kenarına..
Kaptanın ağzı kulaklarına varıyor, yolcuların alkışları arasında..
 
Fakat, yolculardan bazısı bu gidişten hiç memnun değil..
Bu gidişin hiç de iyi olmadığını, yolun sonunu göremeyeceğini düşünenler de var içlerinde..
Ama, seslerini çıkarmaya da korkuyorlar..
Kendilerini tersleyeceklerini ve bu karşı çıkışı, onların bizzat kendilerine karşı olduğunu düşüneceklerini biliyorlar..
 
Bu nedenle susuyorlar..
Ama, nereye kadar susacaklar?..
Bir kamyona çarpana kadar mı?..
Ya da, yardan aşağı uçana kadar mı, susacaklar?..
 
"Kaptan, biz inmek istiyoruz, biraz yavaşlar mısınız?" diyecek olan birine az önce ne yaptıklarını gördükten sonra, kendi sonlarını düşünmek bile istemiyorlar..
Kaptan ön kapıyı otomatik açıp; "Arkadaşlar, inmek isteyen hanıma yardımcı olunuz" talimatıyla, kadını yaka paça tutup kapıdan dışarı savurdukları gibi, kahkahalar arasında alkışlamaya başlamaları, kanlarının dondurmuştu..
 
......
 
Şimdi, sahnenin burasında olayı donduralım.. Zaman durmuş olsun ve her şey de o anda olduğu gibi kalsın..
 
Bir ülke düşünün ve bu ülke demokrasi(!) ile yönetiliyor olsun..
Bu demokraside olmazsa olmazların başında gelmesi gereken nedir?..
Haydi, demokrasiyi bırakalım.. Bu kavrama fazla takılmaya gerek yok..
Demokrasi denen şey bir kavramdan öte bir şey değil zaten..
Olursa iyi olur elbette ama, ondan önemli şeyler var..
 
Hak, hukuk ve adalet olmazsa bir ülkede, orada yaşamak ister misiniz?..
Kim ister ki zaten?.. Hiç kimse..
Başka ne olması lazım o ülkede?..
Gaz pedalının yanında, bir de FREN pedalı olmalı.. Sürati azaltıcı bir mekanizma..
Yani, DENETİCİ mekanizması..
Bir ülkeyi yöneten birini veya gurubu denetleyecek ve yaptığı yanlışları görüp, ikaz edecek, ikazlara uymazsa, onun veya onların ellerinden yönetimi alabilecek bir denetim mekanizması..
Bu denetçiler bu işi ne için yapacak?..
Ülkedeki tüm bireylerin hakkını ve hukukunu adaletle korumak için..
 
Fakat, bazı ülkelerde olduğu gibi, ülkeyi yönetenlerin bu denetçileri istemeyip, halkını da bu denetim mekanizmasının işe yaramadığına, kendisini engellediğine  inandırıp, denetim mekanizmasını işlemez duruma getirdiğinde; artık bu ülke tamamen başıboş bir halde, frensiz bir otobüsün rampa aşağı, artan bir hızla gitmesi ve sonunda da bir uçurumdan aşağı uçması gibi bir sona mahkum olur.
 
...
 
Şimdi, gelelim yine dondurduğumuz otobüs sahnesine..
 
Ne yapılması lazım gelir ve sizler bu durumda ne yapardınız?..
Durdurduğumuz zamanı ve olayı akışına bırakmamızı mı?..
Yoksa, otobüsün ilk hareketinden öncesine mi götürmeliyiz zamanı?..
Otobüsü, kaptanı ve bilhassa kendimizi yeniden gözden geçirip, yeniden çıkmalıyız yola..
Zira bu yolu gitmek zorundayız..
 
 
 
 
  Bugün 8 ziyaretçi (13 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol