GÜLTEKİN DAŞGIN
  MİMARLIK TARİHİ
 

  • 10/5/2007 - YUNAN VE ROMA SANATI

 

Haluk Abbasoğlu

Anadolu, M.Ö. IŞI. binden başlayarak daha çok Doğu’dan gelen etkilere açıktı. Ama bu durum M.Ö. 1200 yıllarından sonra değişerek, Batı ile ilişkiler önem kazanmaya başlamış ve Roma çağının sonuna kadar sürmüştür. Bugünkü Batı uygarlığı kökenini, büyük ölçüde Anadolu topraklarında M.Ö. 1200’de başlayan ve uzun yıllar sürecinde gerçekleşen kültür gelişimine borçludur.

Ege dünyası M.Ö. 16. yüzyıldan M.Ö. 1200’e kadar Miken çağının etkisinde kalmıştır. Miletos, Troja, Ephesos, Müskebi buluntuları da bu etkiyi kanıtlamaktadır. M.Ö. 1200-1050 yılları arası Batı Anadolu için karanlıkta kalmış bir dönemdir. M.Ö. 1050 yıllarından sonra ise genelde “Polis” adı verilen ilk kent devletleri kurulmaya başlamıştır. Bu kentler, çevresinde bir sur bulunan aşağı kent ve gerisindeki “Akropolis” adı verilen yüksek bir tepeden oluşuyordu. Başlangıçta düzensiz bir plana sahiptiler. M.Ö.5. yüzyıldan başlayarak düzenli plan uygulanan kentler de vardır ki, bunlara tasarımının Hippodamos’a ait olduğu düşünülen dama tahtası planlı Miletos ve Priene kentleri örnek gösterilebilir. Bu kentlerin ana merkezlerinde devlet ocağı, tapınaklar, resmi yapılar, pazar meydanları (agora) ve diğer yapılar yer alıyordu.

Antik mimarinin en önemli yapı tipi “Tapınak”tır. Tanrının evi olduğuna inanılan tapınaklar tanrının heykelini ve ona adanan kutsal eşyaları korurlardı. Yunan tapınağı “Megaron” denilen bir yapı tipinin gelişmesiyle ortaya çıkmıştır. M.Ö.7. yüzyıldan beri taştan yapılan tapınaklarda önceleri “ıyon” ve “Dor” adı verilen iki düzen hakimdi, sonradan bunlara “Korint” düzeni de eklenmiştir. Tapınaklar M.Ö.6. yüzyılda ana biçimlerini almış, Yunanistan’da ortaya çıkan Dor düzeni daha çok Güney İtalya ve Sicilya’da kullanılmıştır. ıyon düzeni ise Batı Anadolu’da ortaya çıkarak yayılmıştır. Ama Batı Anadolu’da da Dor düzeninde tapınaklar vardır. Buna bir örnek olan Assos’daki (Behramkale) Athena Tapınağı kabartmalı arkhitravları ile klasik Dor tapınaklarından ayrılmaktadır.

Klasik çağ, M.Ö.5. yüzyıl tapınaklarının en güzeli, Atina Akropolü’ndeki Parthenon’dur. Bu tapınağın tasarımı ve heykeltraşlık işleri zamanın ünlü heykeltarış Phidias tarafından yapılmıştır. Ama Parthenon saf bir Dor tapınağı olmayıp, ıyon düzeninin de etkisinde kalmıştır. ıyon düzenini Dor düzeninden ayıran en önemli özellik, sütunlarıdır. ıyon düzeninde sütunlar daha ince ve yüksek olup, bir kaideye ve volütlü bir başlığa sahiptirler. M.Ö. 6. yüzyılı ait ıyon tapınaklarında cella, iki sütun dizisi ile çevrelenmiştir. Bu tipteki tapınakların en ünlüleri, Samos (Sisam) Hera, Efes Artemis ve Didyma Apollon tapınaklarıdır. ıyon mimarlığı Anadolu’nun güneybatısındaki Lykia ile doğuda ıran’a kadar olan bölgede, batıda da M.Ö. 5. yüzyılda Atina’da etkili olmuştur.

M.Ö. 4. yüzyıl ve Hellenistik dönem (M.Ö. 330-30) mimarlığının en önemli örnekleri Priene Athena Tapınağı ve Didyma’daki Apollon Tapınağı’dır. Hellenistik dönemin öteki önemli tapınağı ise mimar Hermogenes tarafından M.Ö. 2. yüzyıl ortalarında Menderes Magnesia’sında yapılan Artemis Tapınağı’dır. Bu tapınak saçaklığında friz kullanılmasıyla sonraki tapınaklarla örnek olmuştur.

Korint düzeni ile M.Ö. 5. yüzyılda oluşmaya başlamış ama M.Ö. 4. yüzyılda gelişmiştir. ıyon düzeninden farkı, akant yapraklarından oluşan sütun başlıklarıdır. Silifke dolaylarındaki Uzuncaburç Zeus Tapınağı’nda ve Atina’da Zeus Olympos Tapınağı’nda görülen bu düzen, daha çok Roma çağında kullanılmıştır.

Tapınakların dışındaki mimari tipler, örneğin evler hakkındaki bilgilerimiz ise M.Ö. 4. yüzyıla dayanmaktadır. Anadolu’da genellikle “avlulu ev” planları uygulanmıştır. Priene kenti ile Delos adasında gün ışığına çıkarılan evler en iyi örnekleri oluştururlar. Sarayların en iyi örneği ise Bergama’dadır. Antik kentlerde ayrıca, pazar yerleri, bir yamaca yaslanmış oturma kademeleriyle tiyatrolar, konser binası (odeon), şehir meclisi binaları (buleuterion), fikir ve beden eğitiminin yapıldığı gymnasionlar, atletizm yarışmalarının yapıldığı stadionlar da bulunmaktaydı.

Antik kentlerde nekropol adı verilen mezarlıklar da önemli bir yer tutar. Özellikle kral mezarları arasında Anadolu’daki tümülüs mezarlar, Ksanthos’daki (Harpiler) gibi kule ya da paye tipli mezarlar ve tapınak tipli mezarlar önemlidir. Tapınak tipli mezarların en önemlileri ise nereidler, Belevi Mausoleumu ve Halikarnassos Mausoleumu’dur. Öteki mezar tipleri arasında kaya mezarları ve lahitler de önemli yer tutarlar.

Heykeltraşlık sanatında ise önceleri kil, taş, kemik, fildişi ve tunç gibi malzemelerden yapılan ilkel heykeller, M.Ö. 7. ve 6. yüzyıldan başlayarak anıtsallaşmışlardır. Bu arada bazı ekoller oluşmuştur. Örneğin, Girit-Peleponnes ekolüne giren sanatçılar, Mısır etkisi altında frontal, dimdik ayakta duran anıtsal çıplak erkek heykelleri yapmışlardır. Bir başka ekol ise ıyonya’da gelişmiştir. Miletos’tan Didyma’ya giden kutsal yol üzerindeki oturan heykeller bu ekole aittir. Her iki ekol de Atina’yı etkilemiş ama Atinalı sanatçılarda farklı özellikler göstermiştir. M.Ö. 5. yüzyılda frontal duruş değişerek, doğaya daha uygun bir duruş biçimi sağlanmış ve Atinalı sanatçılar özgün yapıtlar vermeye başlamışlardır. Disk atan heykeli ile Myron,iki hareket arasındaki anı vermekte başarı göstermiştir. Atina heykelciliği Phidias ile doruk noktasına ulaşmıştır. Parthenon heykeltraşı olan Phidias, teknik güçlükleri yenmiş, elbise ile vücut arasındaki uyumu sağlamada başarılı olmuştur. Polykleitos ise, tanrı heykelleri ile erkek vücudunun güzellik ve gücünü gösteren atlet heykelleri ve vücudun çeşitli kısımları arasındaki oranları saptayan kitabı ile ünlüdür. M.Ö.4.yüzyılda ise Praksiteles, genç tanrıları insanlaştırmış, onları belirli bir iş görürken betimleyerek vücut güzelliklerini ustalıkla belirtmiştir. Ünlü Belvedere Apollonu heykelini yapan Leohares de güzellik ve görkemi ile göze çarpan, aynı zamanda zarif vücutlu olan tanrı heykelleri yapmıştır. Skopak, yapıtlarında tanrı ve insanların hiddet ve kendinden geçme hallerini konu olarak işlemiştir. Skopas ve Leohares’in yanı sıra Halikarnassos’daki (Bodrum) Mausoleum’da çalüşan Briyaksis ise doğal büyüklüğün üstünde yaptığı heykeller ile ün kazanmıştır.

Hellenistik dönemde karakter portreleri de gelişmiştir. En ünlü sanatçı Lysippos’dur. Lysippos yaptığı tunç heykellerde insanları oldukları gibi değil, kendisine göründükleri gibi betimlemeye önem vermiştir. Ayrıca başları küçülterek, yeni bir oranlar sistemi ortaya koymuştur. Bu dönemin en önemli yapıtlarından biri, İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndeki ıskender Lahdi’dir. Suriye’de Sayda’da bulunmuş olan bu lahdin üzerinde Büyük ıskender tasvir edilmiştir. Ama bu lahit aslında Fenike’de yerli bir krala aittir. Kral böyle bir lahit yaptırmakla kendisine ıskender süsü vermek istemiştir. Hellenistik dönem heykeltraşlığında Bergama ekolü de önemli bir yer tutar. İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndeki ıskender Başı da bu ekole aittir. Yine M.Ö.2. yüzyılın ortalarına tarihlenen Bergama’daki Zeus Sunağı’nın frizinde ise tanrılarla devlerin savaşı sahnelenmiştir. ıiddet, aşırı hareketler ve yüzlerde patetik ifadelerin görüldüğü bu kabartmalarda bir dram havası sezilir.

Resim sanatı hakkında en iyi bilgiler ise vazo resimlerinden elde edilir. Sanatın gelişimi en açık ve doğru olarak çanak-çömleklerde izlenebilir. Aka geleneğine bağlı “Submiken” vazolardan sonra M.Ö.11.yüzyılın sonlarıyla 10. yüzyılda “Proto-geometrik” adı verilen bir üslup ortaya çıkmıştır. Bu üslupta bezeme ile vazo biçimi arasında tam bir uygunluk sağlanmıştır. Açık renkte yapılan vazoların dış yüzleri siyah parlak boyayla şeritlere ayrılır, bu şeritlerin içi düz hatlar, içiçe geçmiş daireler ya da dalgalı hatlarla doldurulurdu. Bu vazo bezemesi, yerini M.Ö. 9. yüzyıldan 7. yüzyıla dek “Geometrik” denilen üsluba bırakmıştır. Bu üslupta ise vazo yüzeyi yine yatay şeritlere ayrılıyor, bunlar da dikey çizgilerle kare ya da dikdörtgen alanlara bölünüyordu. Bu bölümler de zigzag hatlar, menderes, gamalı haç, dama tahtası gibi geometrik bezemelerin yanı sıra o döneme özgü insan ve hayvan motifleriyle doldurulmaktaydı.

Doğu ile ilişkilerin artması sanat yapıtlarını da etkilemiştir. Vazolarda doğulu bitki ve hayvan motifleri yer almaya başlamış, böylece M.Ö.700 yıllarında “Orientalizan” ya da “şarkkari” denilen üslup ortaya çıkmıştır. M.Ö. 7. yüzyılda Atina’da iyi bir teknikle çok güzel bezenmiş vazolar yapılıyordu. M.Ö.6.yüzyılda ise “siyah figürlü” denilen teknikte yapılmış vazolarda geometrik bezemenin yerini insan figürlerinin aldığı görülür. Bu dönemde vazoyu yapan ve pişiren çömlekçi ile boyayan ressamın imzalarını atmaları, yaptıklarının bir sanat yapıtı olduğuna inandıklarını gösterir. Buna en güzel örnek François Vazosu’dur. M.Ö.530-520 yıllarında Atina vazo tekniğinde siyah figürlü vazoların yerini “kırmızı figürlü vazolar” almıştır. Bu teknikte, figürler siyah zemin üzerine kırmızı boya ile yapılmaktaydı. Atina vazo sanayii tüm görkemine karışn, M.Ö. 4. yüzyılın sonunda gerileyerek ortadan kalkmıştır.

Bu dönemde yapılmış olan büyük tablolar kaybolduğundan etkileri ancak mozaiklerde izlenebilmektedir. Pompei’deki bir evde bulunmuş olan İskender Mozaiği, ıskender döneminde yapılmış bir savaş tablosu hakkında fikir vermektedir. Yine ıskender Lahdi’nin üzerindeki savaş kabartmasının da büyük bir tablonun etkisiyle yapıldığı kabul edilmektedir.

Hellenistik çağın bitimiyle sanatın merkezi Batı Anadolu ve Yunanistan’dan Roma’ya kaymıştır. Roma sanatının köklerini ise ıtalik Etrüsk ve Hellenistik sanatta aramak gerekir. Etrüstler, olasılıkla M.Ö.1. binin başlarında Anadolu’dan ıtalya’ya geçmişler ve büyük bir uygarlık kurmuşlardır. Surlarla çevrili şehirlerde taş temeller üzerine kerpiç duvarlı ve ahşap çatılı evler ile tapınaklar yapmışlardır. Mezar mimarisine de büyük önem vermişler, mezar odalarını kabartmalarla ya da frekslerle süslenmişlerdir. Etrüsk yapı tekniğine ek olarak kireç harcının kullanılması da Roma mimarisinin gelişmesinde büyük etken olmuştur. Harcın kullanılmasıyla kemer ve kubbe tekniği ilerlemiş ve geniş mekanların üzerleri örtülebilmiştir. Etrüsk geleneğini sürdüren Roma tapınağı ise, yüksek bir kaide üzerinde, ön cephesinde geniş bir merdivenle çıkılan derin bir portik ve geresindeki dikdörtgen celladan oluşur. Genellikle Korint düzeni yaygındır. Cellanın duvarlarında ise ön cephenin sütunları yarım sütun şeklinde devam ettirilmiştir. Ayrıca yuvarlak tapınaklar da yapılmıştır. En önemlisi İmparator Hadrianus döneminde Roma’da yapılan Pantheon’dur. Üzeri büyük bir kubbe ile örtülmüştür. Anadolu ise Roma egemenliği altında olmasına karışn, mimaride eski geleneğini sürdürmüştür. Ankara Augustus Tapınağı ile Aizanoi’deki (Çavdarhisar) Zeus Tapınağı da Roma çağında Yunan geleneğini sürdüren yapılardır.

Roma tapınakları, avluların ortasında ya da gerisinde ama hep tam eksende yer alacak şekilde yapılmışlardır. Bu avlulara toplantı ve pazar yeri olan agoranın karışlığı olarak Roma’da “forum” adı verilir. Özellikle imparator forumları çok görkemli komplekslerdir.

Tiyatro yapıları da Roma mimarisinin en önemli yapıtları arasında yer alırlar. Bu tiyatrolar, Yunan tiyatroları gibi sahne binası, yarım daire şeklinde meydan ve oturma kademelerinden oluşmaktaydı. Ama sahne binası çok gelişmiş olup, oturma basamakları ile birleştirilerek mimari bir bütünlük sağlanmıştır. Bu tiyatroların en iyi örneği, Antalya yakınlarındaki Aspendos Tiyatrosu’dur. Gelişen kemer ve tonoz yapımı sayesinde, oturma basamakları kemerli mekanlar üzerine oturtulabilmekte, böylece Side’de olduğu gibi düz bir arazide de tiyatro yapılabilmekteydi. Ayrıca oval bir alanı tamamen çevreleyen oturma kademelerinden oluşan amphitiyatrolar, gladyatör oyunları ya da vahıi hayvanların boğuşmaları için yapılmışlardır. Bunların en başarılı örneği Roma’daki Colosseum’dur. Bu yapının dış cephesinde bilinen her üç düzen de kullanılmıştır.

Roma mimarisinin en önemli yapı tiplerinden biri de hamamlardır. Bu hamamlarda bazı bölümler alttan ve duvardan ısıtılarak sıcak mekanlar elde edilmişti. Soyunma yerleri, soğuk, ılık ve sıcak mekanlar hamamın en önemli bölümlerini oluşturuyordu. Hamamlar imparatorluk döneminde kitaplıklar, konferans salonları, havuzlar, spor salonları ile birleştirilerek görkemli yapılar halini almıştır. Roma’da Diokletianos ve Carakalla hamamları ile Anadolu’da Miletos, Ankara, Ephesos ve Perge’deki hamamlar en önemli örneklerdir.

şehirlere ve hamamlara su, kaynaktan su köprüleri ile sağlanırdı. Fransa’daki Pont du Gard ve Antalya’daki Aspendos su kemerleri günümüze kalan en iyi örneklerdir. İmparator Valens zamanında yapılmış olan İstanbul’daki Bozdoğan Kemeri de bu tip yapıların geç örneklerinden biridir.

Roma mimarisi hakkında en iyi fikir veren evler, Pompei ve Herkulaneum’dakilerdir. Bu evlerin esasını atrium denilen üzeri örtülü, tavanının ortasında bir delik ve tam altında havuz bulunan bir mekan oluşturmaktadır. Bunun çevresinde ise dükkanlar, yemek ve yatak odaları ile bahçe yer almaktaydı. Bu tip evlerin yanı sıra sütunlu avlulu Yunan tipi evler ile apartman tipinde çok katlı evler de yapılmıştır. Evlerden başka, zengin kişilerin villaları ve imparator sarayları da Roma uygarlığının zenginliğini ve görkemini gösteren yapılardır.

Roma kentinin en önemli ögelerinden biri de her iki yanında dükkanlar bulunan direkli caddelerdir. Bu caddeleri ya da meydanları süsleyen taklar ise heykel taşıyıcı olup, üzeri tonoz kemerle örtülü bir ya da üç gözlü geçitlere sahiptirler. Tek gözlü taklara Roma’da Titus, üç gözlülere yine Roma’daki Konstantin takı örnek gösterilebilir.

Heykeltraşlıkta ise Romalılar, Yunanlılar kadar yaratıcı olamamışlardır. Yunan yapıtlarını toplayarak ülkelerine getirmişler, kolleksiyonlar yapmışlar ve bunları kopya ederek çağaltmışlardır. Bu kopyalar Yunan heykeltraşlığı hakkında önemli bilgiler edinmemize neden olmuştur.

Romalılar, plastik sanatların portre ve tarihi kabartma kolunda ise orijinal yapıtlar ortaya koymuşlardır. Roma portre sanatı ölüler kültünden doğmuştur. Yunan portrelerinde görülen idealizm yerine realist bir üslup uygulamışlar ve bugünkülere benzer portreler yaratmışlardır. Roma cumhuriyet döneminde portrelerde kişisel hatların realist bir tarzda gösterilmesine önem verilmiştir. Augustus’un Primaporta heykeli bunun en güzel örneğidir. Flavuslar döneminde de bu üslup sürmüş, ancak imparator Trajanus ve Hadrianus döneminde gölge-ışık oyunlarından ve hareketli ifadelerden vazgeçilerek, yunan etkisi altında, realist hatlar hafifletilmiş olarak verilmiştir. Belirli bir zaman ve yerde meydana gelen bir olayı betimleyen tarihi kabartmaların en önemlilerinden biri, Augustus zamanında Roma’da yapılmış olan Ara Pacis yani Barış Sunağı’nın kabartmalarıdır. Bu kabartmalarda Roma kentinin geçmişi ile ilgili sahneler, imparator ve ailesinin, yüksek memurların portreleri tasvir edilmiştir. Roma’daki Titus Zafer Takı’nın kabartmalarında ise imparatorun zafer alayı ve ele geçirdiği ganimetler gösterilmiştir. İmparator Trajanus’un sütunu üzerinde de imparatorun Dakia seferi ile ilgili savaş sahneleri devam eden bir tablo gibi betimlenmiştir.

Roma sanatının tüm dallarında eyaletlerin etkisi açıkça görülmektedir. Bu eyaletlerin en önemlilerinden biri de Anadolu’dur. Anadolu, daha tarih öncesi çağlardan beri büyük bir uygarlığın beşiği olmuş ve etkilerini çağlar boyunca sürdürmüştür.

 
Yorum ( 3 ) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

  • 10/5/2007 - YUNAN MİMARİSİ

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Yrd. Dç. Dr Malike Özsoy

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Yaşar Üniversitesi Mimarlık ve Mühendislik Fakültesi                                  

 Yunan mimarisinin temeli fonksiyonelliğe dayanmaktadır. Kullanılan her bir elemanın yada parçanın bir amacı vardır. Yapılar da  hiçbir kolon sadece dekorasyon amaçlı kullanılmamıştır, onların görevi  binayı taşımak ve destek vermektir. Çok azı dekoratif efekt vermek amacıyla kullanılmıştır. Taşıyıcı olan (strüktürel) yüzeyler zaman zaman zenginleştirilmiştir fakat bunlar strüktürel yüzeyin işlevini ikinci plana itecek şekilde üzerine tabaka ilaveleri ile yapılmamıştır.

Tarih öncesi çağlarda Yunanistan’da yaşayanlar evlerini, yarımadanın geniş ormanlarla kaplı tepeleri ve vadilerinden elde ettikleri ahşaplardan faydalanarak inşa etmişlerdir.Taş devri başında erken Yunan taş ustaları binalarının detaylarını modellendirmeye başlamışlardır. Erken dönem Mısırlı inşaatçıların yaptığı gibi, orjinal ahşap elementlerin detayları ve süsleri taklit edilmiştir. Yunanlıların çok ünlü olan taş mimarisi değişmeden günümüze kadar kalmıştır. Büyük tapınakların duvarları boydan boya sert mermer ile kaplıdır. Mermer süssüz, iç dekorasyonu en iyi tanımlayan, en güzel malzemedir. Binalarda özenle kesilmiş taşları birleştirmek için kireçli harç kullanılmaya gereksinim duyulmamıştır, büyük mermer bloklarını metal mengeneler bağlamaktadır. Binalardaki el işçiliği ise mükemmeldir. Dikkatli bir gözle bakıldığı zaman görülür ki binaların bütün parçaları arsındaki oranlar, taşların yerleştirilmesinde ve birbirleri ile bağlantılandırılmasında ve çatı örtüsüyle ilişkisinde de aynı şekilde kullanılmaktadır. Yunan mimarisi doğal beyaz mermeri ile anılmaktadır. Sonraki taklitleri de açık renkli taşla yapılmıştır ve Yunan binaları orijanilinde açık renkle boyalıdır. Mısırlı’lar gibi Yunanlılar’da rengi sembollerde kullanmaktadırlar. Örneğin rölyef oymaları mavi yeşil, gölgeleri ise kırmızıdır, arka fonları yine mavidir. Parthenon frizlerindeki rölyef figürleri Yunanlılar’ın çok ünlü strüktürleri ve heykelleridir, bunların arka fonları ise parlak kırmızıdır.

Yunanlılar büyük mimari hünerlerini halk yapıları üzerinde savurganca kullanmışlardır. Dini olmayan halk yapıları (gymnasium ve stadyum) gibi daha sonraları ortaya çıkmışlardır, fakat dini karakterli tapınaklar Yunan sanatının başlangıcından itibaren çok önemlidirler.

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

TANRILARIN TAPINAKLARI

 

Yunan tanrıları ve tanrıçaları ve onların sayıları tam olarak belli olmayan çocuklarına, önceleri üzeri gökyüzüne açık yerden yükseltilmiş sunaklarda (altar) tapınıldı. Fakat daha sonra dikkatle ve özenilerek hazırlanılmış sığınaklar oluşturuldu. Yunan evinde olduğu gibi tapınaklar dairesel plandan dikdörtgen plana doğru geliştiler. Plan şemalarında tapınaklara kısa kenarın merkezinden girilmekteydi bu bölümde yer alan iki çift kolon çatı da sundurmayı oluşturmaktaydı. Çatılar orijinal olarak saman yada çamur ve kil ile yapıştırılmış dallarla örtülüydü.

Tapınakların ölçütleri arttıkça iç mekanda daha fazla kolona gereksinim duyulmuştur. Gelişme arttıkça tapınakların içine iki sıra dizi halinde kolonlar ilave edilmiştir. Destekleyici kolonlar da mabedin sonunda yer alan hangi tanrı yada tanrıça adına yapıldıysa onun heykelinin yer aldığı merkezi bölümü oluşturur ve yanlarda da geçite olanak tanır. Geleneksel olarak heykelin doğu yönüne bakması zorunludur, ve bu da tapınaklarda doğu batı aksının daha sonraki tapınaklarda ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Erken dönem tapınakları iki öğeden meydana gelmekteydi, mabet(cella) yada (naos) ve veranda (pronaos) bazen de 3. bir eleman olan ikinci bir iç oda (adytum) dur. Dış duvarlar çamurdan yapılmış tuğla olduğundan malzeme olarak dış hava şartlarıyla yüzyüze getirilebilecek kadar güvenilir değildir. Dış yüzey malzemeyi korumak amacıyla ön veranda yanlara ve binanın arkasına doğru genişletilmiştir. Ayrıca binayı hava şartlarından korumak için üçgen alınlıklı duvarların taşıdığı az yükseltili çatılar (pediment) yaratılmıştır. Önceleri yağmurdan korunmak için düşünülen bu elemanlar daha sonraları hisar ve kale yapımında da kullanılmıştır. Kolonlarla sarmalanmış mabet, pedimentli çatı gibi temel elemanlar Yunan tapınağının formunu oluşturur. Bu bir bina için basit bir formüldür fakat sınırsız varyasyonları oluşturulabildiğinden kurnaz bir saflığı vardır. Buna en güzel örnek olarak Atina’da Acropol’ün üzerinde çok zarif bir yapı olan Parthenon’u gösterebiliriz..

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

AKROPOLİS VE PARTHENON

 

Akropolis anlam olarak ‘şehrin üzerindeki en yüksek noktadır’. Atina’daki Akropolis sadece dinsel amaçlarla kullanılmıştır. M.Ö 5. yy sonlarında Pericles zamanında inşa edilmiştir. Bu dönemde  Atinalılar’ın Pers savaşlarında gösterdikleri başarıları, sağlık, güvenlik ve güven ortamı takip etmiştir.

Akropole sarmal yaya yolu ile ulaşılır. Bu yol şehir ile şehirden 80m yükseklikteki tepenin batı yönüne ulaşımı sağlarken, tepenin en üst noktasına geçit oluşturan azametli anıt Propylaea’ya da ulaşımı sağlar. Kutsal yol olarak adlandırılan bu yaya yolu  Propylaea’dan ayrılarak tanrıça Athenanın dev bronz heykeline bağlantıyı sağlar. Buradan da eski tapınağa sonra da tepenin en üst noktasındaki Parthenon tapınağına ulaşılır.

 

     Kuzeyde Erechtheum bulunur. Erechtheum’un mimarisi Yunan mimarisinde nadiren görülen bir plan düzensizliğine sahiptir. Çok sayıda birbiriyle bağlantısı olmayan kutsal azizin kabirleri yer alır.Doğuda İyonik stilli 6 kolon yer alırken, güneydeki portikoda kolon yerine kadın figürlü heykeller kullanılmıştır.  

Parthenon’un güney batısında küçük tapınak Athena Nıke yer alırken kompozisyonu tamamlayan diğer parça, piyesler ve müzikal gösteriler için kullanılan,  tepenin yamacındaki Dionysus ve Odeum dur.En son parça da Yunan mimarisinin en iyisi Parthenon’dur. Mimarları ise Ictinus ve Callicrates dir. Phidias ise baş hetkeltraşıdır. Bina katıksız beyaz Pentelic mermerden yapılmıştır. Kabaca (31-69m) boyutlarındadır. 4’e 9 proporsiyona sahiptir. Her kısa kenarda 8 her uzun kenarda 17 olmak üzere toplam 46 kolonludur. Yapının tamamı iki odadan oluşmaktadır. Büyük oda Cella yada Nao’ya doğudaki sundurmadan Pronaos’dan girilir. Büyük oda  iki sıralı dorik kolonlarla çevrilidir, 

kenarda ve arkada ki bu kolonların arasında Phidias’ın yaptığı 12 m yüksekliğinde altın ve fildişi ile karışık yapılmış gözleri kıymetli mücevherlerden yapılma tanrıça Athena’nın heykeli bulunur. Bazı araştırmacılar giriş ve heykelarasında kalan  sığ havuzun dış mekandaki ışığı tanrıçanın üzerine yansıttığını düşünürler.

Cella’nın duvarlarının üst kısmında ve düşey yüzeylerde 170m uzunluğun da friz ler yer alır. Bu frizlerde tanrıça onuruna dört yılda bir düzenlenen dini tören anlatılır. Binada etkileyici olan temel formların harmonisi ve onlara eklenmiş olan ince zarif ve mükemmel olan heykellerdir. Birtakım kurnazca düşünülmüş inceliklerde bunlara ilave edilmiştir. Fakat tarihte hiçbir bina büyük düşünceler sonucunda üretilmemiştir. Örneğin Parthenon’un tabanı tamamen düz değildir, kenarlardan merkeze doğru bir kıvrımlandırılma, hesaplanmış bir eğrilik söz konusudur. Binanın köşelerinde bulunan kolonlar çok az içe doğru eğimlidir. Köşe kolonların çaplarına ilave bir kalınlık verilmiştir ve bunlar komşu kolonlara daha yakındırlar. Bütün kolonlara dış bükey bel verilmiştir.Üst bölümlerdeki kitabelerin yazıları aşağıda olanlara göre biraz daha büyük yazılmıştır. Böylece aşağıdan bakıldığında hepsi eşit boyuttaymış gibi görünür. Bütün bu incelikler üzerinde çok çalışma yapılmış detaylardır ve onlara hayranlık duymamak mümkün değildir.

Bu incelikler konstrüksiyonu oluşturma aşamasında birtakım güçlükler  ortaya  çıkarmasına karşın, Yunanlılar bu incelikleri değerli bulmaktaydılar. Onlar optik ilizyonların hesabını çok iyi yaptılar, örneğin köşe kolonları kalın olmasaydı diğerlerinden ince görünebilirdi. Yada zemin merkeze doğru hafifçe yükselmeseydi çukur gibi görünebilirdi. Bütün bunlar gözle fark edilemeyen kurnazca düşünülmüş inceliklerdir. Şüphesiz ki onların tek istediği güçlü estetik etkiyi verebilmekti. Zeminin dalgalanması kolonların hafif dış bükeyliği ve bırakılan boşluk mesafelerinin çeşitliliği binaya organik bir hareketlilik kazandırıp statik bir binanın yakalayamayacağı başarıyı yakalamaktadır.

Bu muhteşem strüktürlü yapı kolay bir yaşam süreci geçirmemiştir. 6.yy da hıristiyan kilisesi haline getirilmiş ve doğu köşesine bir altar ilavesi yapılmıştır. Daha sonra cami olarak hizmet vermiş ve bir minare ilavesi yapılmıştır. 17.yy da Türkler tarafından barut deposu olarak kullanılırken bir patlama sonucu bir kısmı tahrip olmuştur.19. yy başlarında ise kutsal değerler hiçe sayılarak değerli rölyefler yerlerinden sökülmüş, İngiliz diplomat kont Elgin tarafından İngiltereye taşınmıştır. Rölyefleri şu anda Londra’da British Museum da görmek mümkündür.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Dipnotlar:

Stanley Abercrombıe, Sherrill Whiton;  Interior Desıgn &Decoration,fıfth edition, Prentice Hall, New Jersey 2002 ; s 58-63 dan (çeviri)

 
Yorum ( yok ) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

  • 10/5/2007 - HİTİT MİMARLIĞI

  • Kategori: Mimarlik Tarihi Ders Notlari , Eğitim
  • Hitit Krallığı mimarisi, eski Doğu Yapı Sanatı içinde, hem Batı Anadolu, hem de Mezopotamya mimarlığından ayrılan, önemli ve kendine özgü bir gelişim gösterir. Bu mimarlığın kökenleri Anadolu yaylasının yapı geleneklerine dayanır ve en geç İ.Ö. 3. binde, İlk Tunç Çağı'nda belirgin biçimini almıştır.

  • İ.Ö. 2. bin sonunda, Batı Anadolu'nun özgün ev biçimi olan bağımsız uzun dikdörtgen, önavlulu evi, (Megaron) İç Anadolu'ya ne denli az girebilmişse Hititler'in büyük taş bloklarından örülmüş bindirme kemer yapma sanatı da taş yönünden zengin olan Troya'da o denli az kullanılmıştır. Mezopotamya da çok bol sayıda zorlayıcı bir bakışımlılık sistemiyle yapılmış tapınak ve saray mimarlığı da yine İç Anadolu'daki Hitit Krallığının ana ülkelerinde görülmez.

  • Bir yandan karşılıklı canlı bit ticaret, öte yandan komşu ülkelerle belirgin bir kültür ilişkisi kurulmuş olmasına karşın, mimarlık alanında karşılıklı etkilenme çok kısıtlı bir ölçüde gerçekleşmiştir. Yalnız, kısa bir süre sonra Hitit egemenliği altına girecek olan Kilikya - Kuzey Suriye bölgesinde karışık mimarlık öğeleri ortaya çıkmaktadır. Bu öğeler Hitit Krallığı sona erdikten sonra 1. bin Geç Hitit - Arami Küçük Krallıkları döneminde de varlıklarım sürdürmüşlerdir.

  • Bugün, 3. binyıl ve 2. binyıl başına tarihlenen çok sayıda büyükçe yerleşmenin varlığı bilinmesine karşın, bunların yalnız birkaçı araştırıldığından, yapı sistemleri, görünüşleri ve özellikle yapıları üstünde konuşmak olanağı yoktu?. Tüm Önasya'da olduğu gibi, burada da genellikle en eski yerleşme yerleri varlığını sürdürmüştür. Bu yerleşmeler ovalara ya da koyaklara açılan dağ sırtlarında, çevrenin kolaylıkla gözlenebileceği yerlere kurulmuştur. Bu Höyük ya da Teli olarak adlandırılan yerleşmelerin özgün bir örneği Fırat'ın yukarı kesiminde Altınova'daki Norşuntepe'dir.

  • Bu höyük üstünde İç Anadolu'nun Son Tunç Çağına ilişkin şimdiye dek bilinen tek sarayı kazılarak ortaya çıkarılmıştır. Bu sarayda en büyük bölümün erzak depolarına ayrılmış olması çok ilgi çekicidir. Bu döneme tarihlenen başka belirgin tapınak ya da kutsal alan şimdiye değin bulunmamıştır. Savunma sisteminde bir yenilik yoktur: Tarsus'taki testere biçimli sur duvarlarıyla ağır bir savunma sistemi oluşturan İlk Tunç Çağı sistemi II, 5. binyılda görülen Mersin sistemi ile (Tabaka XVI) karşılaştırılabilir. Konutlar kural olarak dikdörtgen, ender olarak da yamuk planlı, gelişigüzel yanyana dizilmiş odaları kapsamaktadır. Her avlunun kendi dış duvarı vardır. Yapı gereci olarak çamur ve kerpiç kullanılmıştır, ancak 3. binyıl sonuna doğru taştan alçak temellere rastlanır.

  • 2. binyılın ilk yüzyıllarındaki örnekler, öncelikle Eski Asur Ticaret Kolonilerinin evleri, iş yerleri ve bunların kurulmasında destek sağlamış yerli prenslerin sarayları olarak karşımıza çıkmaktadır. Kaneş, Karahöyük ve Acemhöyük sarayları, bugün bildiğimiz kadarıyla bir orta mekân ya da avlu çevresine dizilmiş odalardan oluşmuştur.

  • Kültepe'deki temelleri bulunmuş bir yapının sağlam köşe çıkmaları, yapı ustalarının anıtsal yapı kurma yeteneğini kanıtlamaktadır. Boğazköy'de de daha sonra Hitit kral sarayının kurulacağı Büyükkale tepesinde yerli bir prensin konağı (Tabaka IV d) bulunmaktadır. Bu prensin desteklediği Asurlu tüccarların kurduğu Karum Hattuş bu kale tepesinin eteğindedir.

  • En eski tabakalarındaki mimarlık Batı Anadolu bölgesi kapsamı içine giren Beycesultan'da hem Girit mimarlığı hem de yukarıda adı geçen ve daha geç döneme tarihlenen Hitit sistemleriyle bir dizi benzerlik gösteren bir saray bulunmaktadır (Tabaka V). Karum Kaneş ticaret kolonisi evleri tüm yapılarıyla Orta Anadolu geleneğindedir : Dörtgen bir avlu çevresinde az ya da çok gelişi güzel dizilmiş değişik sayıda odalar. Şimdiye değin avlunun bir bölümünün üstünün, bir ön avlu oluşturacak bir biçimde kapalı olduğu görülmüştür, ancak bu Batı Anadolu'daki örneklere benzemez.

  • Yapıların kurulmasında ahşap önemli bir yer tutmaktadır. Duvarların önüne dikilmiş olan ahşap destekler kerpiç ve kırıktaş duvarların beslenmesine ya da sık sık rastlanan üst katın ağırlığını taşımaya yarıyordu. Bu dönemin kült yapılarının varlığı yazılı kaynaklarla kesinlikle kanıtlanmışsa da, görünüşleri konusunda bir şey bilinmemektedir. Bunlar kurallara uygun tapmak yapısı olamazlar, daha çok biçimi eve benzeyen kült hücresi ya da bir evin bir odası olabilirler.

  • İ.Ö. 1600 dolaylarında Hitit Krallığının kurulmasıyla yapılarda da birtakım yenilikler" gözlemlenmektedir. Evlerde oda düzenlemeleri ve yapı gereçleri genellikle değişmemiştir, ama savunma yapılarında yenilikler vardır. Alişar'da daha çok önce, yan yana dizilmiş, çok hafif karşılıklı kaydırılmış, düzenli aralıklarla burçlarla desteklenmiş sandık duvarlardan oluşmuş anıtsal bir duvar sistemi ortaya çıkmıştı. Bu yapıya Konya Karahöyük'de ve Korucutepe'de daha belirginleşmiş olarak rastlanmaktadır; burada Hitit Krallığı'nın tipik sandık duvar sisteminin tüm öğelerinin temel çizgilerinin kurulduğu görülüyor.

  • Bu kenemden Boğazköy ve Alacahöyük'de saraylar bilinmektedir, ancak bunlar daha sonra Büyük Krallık dönemindeki geniş yapı girişimleri sırasında geniş ölçüde yıkılmıştır. Alacahöyük'de 14 ve 13. yüzyıllara özgü ayaklı geçitlerle çevrili orta avlu ve bunu çeviren ayri oda topluluklarından oluşan evlerin bu dönemdeki örneklerine yapı kalıntılarında rastlanır. Bunların duvar yapısında bol ocak taşı kullanılmıştır.

  • 14 ve 13. yüzyıllarda, daha doğrusu Hitit Büyük Krallığı çağında mimarlık kesin ve yerleşmiş özellikler gösterir. Hattuşa merkezi bir yönetim sisteminin başkenti olarak mimarlık ve sanat yaratıcılığının odak noktasıdır. Burada, hem işlevleri açısından (savunma sistemleri, tapmak, saray) hem de yapı tekniği ve kuruluşu açısından (duvar yapısının yapısal ve biçimsel kuruluşu), yapı sanatının en etkileyici örneklerine rastlanır.

  • Yukarıdaki Büyükkale ile kentin en alt terası arasında 14. yüzyılda kurulmuş, Poterneli Sur adım taşıyan kent duvarının yeniden yapımı sırasında, yığma toprak üstünde iki kabuklu, taş örgüsünden oluşmuş bir sandık duvar kurulmuştur. Bu duvar düzenli aralıklarla dizilmiş burçlar ve kulelerle doldurulmuş ve poternelerle donatılmıştır. Bu poterneler, kenti ana duvarlar altından öndeki araziye bağlayan, Dindirme tekniğinde sağlam kemerlerden tünel gibi yapılmış, duvarların önündeki hendeğe açılan gizli kapılardır (huruç kapısı).

  • Biraz değişik bir yapıda olmakla birlikte, buna benzer daha eski bir poterneye Alişar'da, daha sonra da Korucutepe, Alacahöyük ve Büyükkaya tepesinde (Boğazköy) ve ayrıca Kuzey Suriye'deki birkaç savunma sisteminde rastlanmıştır. Hitit başkentinde, 13. yüzyılda bir kez daha bu tür poternlere kentin rahatça genişletildiği yukarı kentin savunma sisteminde rastlanmıştır. Bu dönemin birkaç kapı sistemi başka bir görünümdedir: Hattuşa ve Büyükkale Yukarı Kent kapılan, Alacahöyük Sfenksli Kapısı, Alişar Güney Kapısı bir ön avlu bir oda ve iki anıtsal kule arasında çift kapı kanadından oluşur.

  • Bunlann duvarı ya büyük taş bloklarından çokgen oluklu örülmüştür ya da kesme taş olarak tabakalanmıştır; iki çeşidin birbirine karıştığı da görülür. Kapı söveleri ortostatlıdır, bunun üstüne ya tek bir taştan yontulmuş kapı kirişi uzatılmıştır ya da Hattuşa Yukarı Kentindeki dört kapıda olduğu gibi bindirme tekniğinde parabol biçimli bir kemer oturtulmuştur. Bu kemer biçimi, kabartma duvar süsleri, duvarın kente bakan yüzündeki geniş duvar ayakları ve kapıların bakışımlı planı Hitit mimarlarının yaratıcılığını kanıtlar.

  • Büyük Hitit Krallığı saraylar da bu konuda benzer kanıtlar vermiştir. Büyükkale ve Alaca Höyük'de saraylardaki bağımsız yapılarda düzgün bir oda planlaması uygulanması ve bağımsız kurulmuş geçitlerle çevrili avlular çevresine toplanmış bağımsız yapıların ustalıkla birleşmesi gibi özellikler görülür. Büyük Hitit tapınakları da aynı özellikleri gösterir. Şimdiye değin bulunmuş beş yapı da krallığın başkentindedir, hepsi aynı oda gruplarından oluşmuş ve aynı düzende kurulmuştur.

  • Dış görünüşleri bakımından birbirlerinden kesinlikle ayrılmaları ise, yapı ustalarının katı yapı kurallarına bağlı kalmadıklarının yeterli bir kanıtıdır. Kapı, avlu, önavlu, cella, cella ön odası ve yan odaları tüm yapılarda kullanılmış öğelerdi?. Kapıdan geçen yol doğrudan doğruya avluya girer. Cella'ya hiçbir zaman doğrudan doğruya Önavludan girilmez, ancak önavluya açılan birkaç yan odadan girilir.

  • Kült odalarından oluşan grup tüm yapının içinde belirgin olarak ayrılır. Odalara ve oda gruplarına ne de tüm yapıya bir bakışım düzeni egemen değildir. Yalnız Tapınak Tin kapısı ve depoların oluşturduğu çembere giriş bakışımlı yapılmış ve bu nedenle de kent kapıları gibi anıtsallık kazanmıştır.

  • Temiz bir işçilikle yerleştirilmiş .ve birleşme olukları iyice kapanmış yer yer beş metreyi geçen kireçtaşı bloklardan kurulmuş ortostatlı duvar döşeğinin yapı özellikleri el becerisi, ustalık, etkileyici bir görünüme ve dayanıklılığa ulaşma isteği belirtir. Tapınağın ve depoların tüm dış duvarlarını bölen geniş duvar çıkıntıları da özgün biçimlendirme öğeleridir.

  • Kütlesel temel döşekleri üstünde bugün de görüldüğü gibi, bu çıkıntılar kerpiç duvar boyunca dama kadar yükselmekteydi. Bunun dışında bu çıkıntılara ya da duvar ayaklarına hem birtakım odaların iç duvarlarında hem de Hattuşa Yukarı Kent surlarının kapı ve kulelerinde rastlanmaktadır. Bu, başkentin büyük devlet yapılarında birkaç kâtı kapsayan yüksek duvarlarında kullanılmış bir yapı türü, ahşap hatıl sistemiyle desteklenmiş kerpiç duvar yapısıdır.

  • Bu tür duvarların ayrıntılı biçimi konusunda kanıtlar azdır. Keramikler üstündeki betimler ve kabartmalar duvarların bölümlenmesi, pencere burç ve mazgalların biçimleri için ipuçları verir. Yazılı belgelerde üstüne çıkılabilen düz damdan sık sık söz edilmektedir. Bu anıtsal tapınaklar dışında şimdiye değin çok az sayıda Hitit kült yeri kanıtlanmıştır. Yazılıkaya, bir grup doğal kaya odasının kabartmalarla süslenip ek yapılarla genişletilmesi sonucunda oluşmuş bir doğal kutsal alandır.

  • Eflatunpınar anıtı bir kaynak kutsal yeridir. Alacahöyük'deki sarayın bir bölümü de tapınak olarak yorumlanabilir, çünkü Hitit Büyük Krallık Çağında bile konutlarda tek odalı kült hücreleri olduğu varsayılmalıdır.Yapı sanatının Anadolu yaylası dışına yansıması sınırlı olmuştur. Hatti krallığına sıkı sıkıya bağlı Kilikya'da Mersin savunma sistemi ve Tarsus sarayları başkent mimarlığıyla kesin ilişkiler gösterirken, Kuzey Suriye bölgesinde benzer etkilerin önemsiz kaldığı gözlemlenmektedir. Kargamış ve Sam'alda 2. binyıl tabakalarında yapı üslubu daha kazılarda ortaya çıkarılmadığından bu sav şimdilik çekingenlikle geçerlidir.

  • İ.Ö. 1200'de Büyük Hitit Krallığının yıkılmasından sonra İç Anadolu Batı'nın etkisine girer. Bu, bundan sonraki yüzyılların mimarlığına yansıyan bir gelişmedir. Güneydoğuda Geç Hitit-Arami beylikleri kurulmuştur. Kuzey Suriye, Hitit ve Arami özelliklerinin birleşmesi sonucu mimarlıkta kısa süreli bir olgunluk çağı yaşanmıştır.

  • Karkanuş'tan iki örnekte görüldüğü gibi, tapınak yapısında Kuzey Suriye'nin küçük tek odalı sisteminin geleneği sürdürülmektedir. Hatay bölgesinde Teli Tayinat'daki önavlu, adyton (en kutsal oda) ve cella planıyla Ege bölgesinin Megaron'unu anımsatan uzun dikdörtgen tapınağın bu bölgede İ.Ö. 2. binyıl içine tarihlenen öncüleri vardır. Saraylar genellikle ön avlu, buna genişlemesine yerleştirilmiş ana oda ve birkaç yan odayla Hilani olarak karşımıza çıkmaktadır.

  • Hilaninin kapalı biçimi, genişlemeyi olanaksız kılıyordu, ancak birkaç Hilaninin birleştirildiği büyük yapılar vardır. Önyüzü iki ya da üç sütunla bölünmüş olan Hilani önavlusu Büyük Krallık döneminin tapınaklarının önavlusuna, Hilammar'a benzerlik göstermektedir. Savunma sistemlerinde, örneğin Sam'al'da Anadolu yaylasının iki yüksek kule arasında dar kapı odalı kapı tipine rastlanırsa da, ana kapı arkasına genişlemesine yerleştirilmiş odası olan kapı daha yaygındır.

  • Bu sistemde, Karatepe'de elverişsiz arazide olduğu gibi, kapı odasının kulelerden uzağa çekildiği de görülmüştür. Kent planının, örneğin" Sam'alda olduğu gibi, geometrik bir biçim alması da değişik bir özelliktir. Bu dönemin mimarlığında, özellikle çok sayıda resmi yapı, saray, tapınak ve anıtsal kapılardaki ortostatlarda görülen kabartma süslemelerde bakışımlı düzenlemelerin kullanılmış olması değişik bir yaratıcılık gücünü göstermektedir. Buna karşılık Hitit ana ülkesinden yalnız Alaca Höyük'de Sfenksli Kapı'da bu tür kabartma süslerin varlığı bilinmektedir.

  • Kuzeydeki 2. binyıl süssüz sütunlan yerine, Torosların bu tarafında 1. binyılda yontularla ve geometrik bezemelerle süslü tabanlara oturtulmuş sütunlar ortaya çıkmıştır. Büyük Hitit Kralları'nın başkentinin ağır ve içe dönük yapı sistemleri karşısına güneyde 400 yıl sonra süslü, bağımsız yapılardan oluşmuş hafif dokuda bir mimarlık çıkmıştır.

  • 8/5/2007 - MISIR MİMARİSİ

Mısırlıların yaşamında sanat önemli bir yer tutuyordu. Söz ve ses sanatlarıyla plastik sanatlar, gerek yüksek tabakanın gerek yoksul halkın kişisel ve toplumsal hayatını zenginleştiriyordu. Eski İmparatorluğun önemli, ünlü buluşu ve Mısır uygarlığını tüm dünyaya tanıtan özelliği piramitlerdir. İncil'de Mısır'ın buğday deposu olarak geçen bu taş devler adını yunanca pyramis'ten alır. Bu buğday unuyla yapılan bir tatlının adıdır. Genelde Firavunun mezarı olarak bilinen piramidin asıl işlevinin ölüye ait bir anıt olduğu belirlenmiştir. Mısır sanatının düşünsel olarak temeli, tanrıların onurlandırılmasına dayanır. Buna tanrılaştırılmış ölü krallar da dahildir. Bu krallar için yapılan cenaze tapınakları ve anıtsal mezarlar alabildiğine süslü, heykeller ve rölyeflerle bezeli mekanlardır. Dinsel mimariye ilk örnek pavyon şeklinde çamur ve şeker kamışından yapılmış bir mezardır. Bu forma, genellikle tapınakların en gizli köşelerinde, ya da tanrının heykelinin konduğu köşede rastlanır. Bu heykeller tapınağın rahibi tarafından giydirilir ve beslenir. Tarihsel süreç içinde ilk mimari olgular, Eski İmparatorluk döneminde ölüler için inşa edilen yapılar olmuştur. Piramitlerin bugünkü gördüğümüz biçimleriyle doğmadığını biliyoruz. Negâde kültürlerinde ölü bir yere gömülür ve üzerine bir tümsek yapılırdı. Bir kimsenin kudretine ve zenginliğine göre bu tümsekler yüksek olurdu. Odalardan başka, bir de kilerin bu mezarlarda bulunduğunu görüyoruz. Bu topraktan tepeler, önce kerpiç ve sonraları da taştan yapılmağa başlanmıştır. Tepelerin ilk biçimleri aynen mezar tümsekleri gibi olmuştur. Bunlara mastaba diyoruz. Mastabalar, yan duvarları meyilli kare prizmaya benzerler. Bunların ilk örnekleri Gize'de görülüyor. Firavunun aile yakınlarının mezarlarını, esas piramit yanındaki bir cadde üzerinde sıralanan mastabalarda görüyoruz. Gize, bu nedenle bir kent plânı gibi düzenlenmiş ölüler şehridir.


İlk piramit, yukarda açıkladığımız mastabanın üzerine, bundan küçük başka bir mastabanın konulmasıyla gerçekleşmiştir. Bu mastabalar zamanla üst üste arttıkça basamaklı piramit doğmuştur.

http://galileo.spaceports.com/~cevher/misir01.jpg

Diyoser'in (III. Sülâle) Sakkara'daki beş basamaklı (mastabalı) piramidi böyle ortaya çıkmıştır. Bu piramit gerçekten bir dağ etkisi yapar. Etrafında da büyük inşaatlar görülmektedir. Bu tip piramitlerin gövdesinde iki ayrı kısım bulunur. Ortada bir kuyu vardır. Bu kuyu, ölünün *sarkofajının indirildiği ve mezar boşluğunun duvarının örülmesinden sonra taşlarla doldurulan hücreye açılır. Bu toprak üzerinde şapel vardır. Burada cenazeye sunulan armağanlar saklanır. Duvarlarda tanrı Osiris'in yargısına boyun eğmek üzere ölüler dünyasına doğru yolculuğa çıkan ölü için yazılmış büyülü ve dualı sözler yer alır. Bazı mastabalarda daha fazla bölüme rastlanır. Bu piramidin kuzeyinde, avlusu, küçük odaları, dar girişleri olan bir mabet bulunur. Bu mabedin içinde firavunun bir heykeli olup duvarda açılan iki delikten içeri bakılır. Bu delik aracıyla, statünün dış dünyaya etki yapması değil, dışarıyla ilgisinin kesilmemesi düşünülmüştür. Bu piramitte herşey saklanılmak için yapılmış olduğunu telkin eder. Reprezantasyondan uzak bir atmosfer bina içine hakim olduğu gibi, tapınma hissi de girene hakim olmaz. Burada herşey, hayatta hizmet amacı ile inşa edilmiştir.


*Sarkofaj;antik dönemde ölülerin konduğu bir mezar türü.


Bu piramidin yanında iki mastaba daha bulunur. Papirüs demet sütunlarının da ilk olarak burada ele alındığı görülür.

http://galileo.spaceports.com/~cevher/misir02.jpg

Piramitlerin bu ilk çağındaki özellikleri, çok değişik öğelerin bulunması ve bu öğelerin birbirine bağlı olmayışlarıdır. Ayrıca inşa parçaları da birbirine bağlı değildir. Yani bina bir bütün olarak birbirine bağlı parça-lardan meydana gelmemiştir. Kademeli mastabadan düzgün geometrik piramide aracı olan eser Dağşur piramididir. Dağşur dik kenar duvarları olan geometrik bir yapıdır. 4. Sülâlenin başında yapılan ve bitmemiş olarak bırakılan Medüm piramidi kademeli piramit olarak plânlanmıştı. Çöl üzerinde yükselen dik duvarlar bir piramitten çok obeliski hatırlatmaktadır. Burada tam piramidin özelliklerinden biri, bütün yüzeyin muntazam kaplanmasıdır.


4. Sülâle zamanında piramitlerin dışında, prenslerin ve asillerin mastabaları içinde bulunan tapınak hücrelerinde de, bir *rölyef sanatının doğduğunu görülür. Bu sanat, 5. Sülâle çağında Mısır'ın büyük adamlarının hayatlarını tasvir eden zengin bir rölyef serisinin doğmasını sağlamıştır. Diğer bir özellik de, mezarın girişine ölünün bir rölyefinin konmasıdır. 4. Sülale zamanında piramitler esas matematik formunu bulur. Bu form herbirinde farklı özellikler göstermesine rağmen sağlamlıkları aynı şekilde sağlanmıştır. Yapıların sağlamlığı, piramidin temellerinin hafifçe eğik olması ile sağlanmış; böylece, dıştan bir itmeyle dev duvarların yıkılması önlenmiştir. Bu yıkılma, temel taşlarının kare olmaması halinde de gerçekleşebilirdi. Bu risk kullanılan taşların büyümesiyle daha da artıştır. İlk piramitte, muhtemelen kil tuğlalar tercih edilmiştir. Piramidin içersinde bir dizi koridor vardı ve bunlar kralın odasına açılıyordu. Bu form daha sonra mabet formuna doğru gelişir. Büyük halk kitlelerinin tapınmalarına yarayan büyük salonların yapımı için bir eğilim belirir. Sakkara'nın piramitler bölgesindeki küçük tapınma odalarına karşı, büyük tapınma yerleri yapılmağa başlar.


Gize'deki üç piramitten (Keops, Kefren, Mikerinos) Kefren piramidi civarı ile iyi bir şekilde bugüne kadar kalmıştır.Kefren piramidinin yanında dev bir sfenks vardır ve bunun yüzü, Kefren'dir. Kefren piramidinde vazıh ve bir heykel anlayışındaki mantıki oluş, ilgiyi çeker. Kefren'in vadideki ön mabedi, esas piramide bir tünelle bağlıdır. Gerek piramidin, gerekse mabedin birer giriş salonu ve kiler odalarının sıralandığı birer esas avlusu vardır. Vadideki mabedin cepheleri muntazam düzenlenmemiştir. Yalnız cephenin her iki yanında girişi düzenleyen hücreler bulunur. Bu girişten, önce iki gemili geniş ve sonra üç gemili uzun bir salona girilir. Bu salonlarda bir ibadetin istediği mekân sırası yoktur. Üç gemili uzun salon, maksatsız olarak son bulur. Ayrıca hususi odalar da mantıki bir sıra izlemez. Fakat filpayeli taş blokla örtülü, matematik katiyette dikdörtgen şeklindeki kral odaları vardır. Bütün bu süssüz salon ve odalar, insana susma telkin eder, ebediyet duygusunu insanda uyandırır. Kefren'in yüksekliği 136 m. dir.


Mikerinos piramidi, en küçük olan piramittir. Muazzamlığa olan istek yavaş yavaş kaybolmaktadır. Öyle ki heykellerde vücut, madde ifadesine yöneldikçe, bu muazzamlığa olan düşkünlüğün azaldığı açıkça gözlemlenir. Mikerinos'un heykellerinde bu madde ifadesine olan eğilimi, Mısır heykelini incelerken açıkça göreceğiz.


Keops'un bugünkü yüksekliği 139 m. dir. Aslının 150 m. olduğu hesap edilmektedir. Her taban kenarı 230 m. dir. İçinde boş kalan odalar ve girişler hariç masif bir yapıdır. Yapının önünde krala ait ölü tapınağı vardır. Tapınak üç kısımdır : 1 - Vadideki kapı-yapılar (pilon),

2- Örtülü giriş,

3- Dini yapı. Bu yapı granit duvarlara dayanır.



*Rölyef,engebe


5. ve 6. sülâleler zamanında mezar odaları, giriş salonları, avlular, koridorlar, iç salonlar ve odalar bir karışıklık içinde gelişir. Ön odalar ile esas ölünün bulunduğu oda arasında hiçbir bağlılık sırası görülmez. Ayrıca mimarinin oda ve salonları bir eksen üzerinde de gelişmemiştir. Burada, ibadet ile ilgili, ve ölülere ait bir türbe değil, sanki oturulmak için yapılmış olan bir ev, bir saray atmosferi vardır. 5. Sülale ile, fasat duvarlarında Mısır'a özgü, ters boğaz çizgilerini taşıyan süslemeler başlar. Bu dönemde ayrıca lotüs veya palmiye başlıklı sütunlara rastlanır. Sütunlar genelde ağaç gövdelerini veya bitki saplarını simgeler. Bunlar şekiller, yazılar ve rölyeflerle süslüdürler. Başlangıçta da çok renkli olduklarını söylemek mümkündür. Sütunlar başlık süslerine göre ayrılacak olurlarsa şunlar dikkati çekecektir; palmiye tipi(yuvarlak gövde ve palmiye başlık), lotüs tipi(birbirine bağlı saplardan oluşan ve lotüs çiçekli başlık), papirüs tipi(temelde nervürlü sütunlar ve papirüs çiçekli başlık), Hathorik(tanrıça Hathor'un yüzünü taşıyan başlık).


5. sülâleden Ti'nin (İ.Ö. 2450) mezarı, cephesindeki iki yan duvar arasına yerleştirilmiş iki filpaye ile, bir Yunan peristilini hatırlatır. Ya da akla Ön-Asya sarayı biçimi gelir. Bu girişten itibaren başlayan koridor ile birbirleriyle mantıkî bir bağlantısı olmayan tek tek odalara gidilir. Esas salona da bu koridor götürür. Salonda kapı taklidi yerler, hiyerogliflerin içine dizildiği bantlar ve filpayeler sıralanır. Ayrıca büyük yüzeyler halindeki rölyefler, mimari ile bir ilgisi olmadan düzenlenmiştir.


6. Sülâlede Mererûka'nın mezarında ise odaların miktarı artar, Taklit kapılar daha geniş ve gösterişlidir. Heykele olan gereksinme artmış olduğu gibi, bu heykellerin odalara yerleştirilişinde de sanki seyirci düşünülmüş gibidir. Taklit kapılar içindeki heykeller, 4. sülâlede alçak rölyeftir. 5. Sülâleden itibaren figürler tamamen bağımsız bir figüre doğru yada yüksek rölyefe doğru yönelmiştir. Statülerde görünüş, yandan değil cepheden (froncal)dir. Tasvirin bu çağda mimariden daha çok önem kazandığını, ölünün zenginliğini, mal ve mülkünü, mevkiini, hayatını ve başından geçen önemli olayların resmedilmiş olduğunu burada görmek mümkündür. Böylece bu resimlerden. O zamanın önemli kişilerinin hayatları hakkında bir fikir de edinilmiş olunmaktadır.


Daha Orta İmparatorluğun başından itibaren, dünya sanatında yeni öğelere sahip bir mimarinin kurulduğu görülüyor. İlk yeni öğe obelisk'tir. Aslında obelisk, Assuan'daki Menhu'nun mezarında bir mezar taşı olarak görülür. Fakat şimdi bu çağda obelisk, kule gibi yüksek ve yekpare bir taştır. Orta imparatorluktan günümüze pek az yapı kalmıştır, çünkü onların yerine hemen yenileri yapılmıştır. Bazen de tapınaklar yıkılmaya yüz tutmuş ve sonradan, Hıristiyanlık döneminde kiliseye dönüştürülmüştür. Örneğin Amenemhat 3'ün Fayyum vadisinde kurduğu, Medinet-madi'de yer alan Renenutet tapınağının sonu böyle olmuştur. 12. Sülaleden günümüze bozulmadan gelen tek yapı Sesostri kioksudur. Karnak'ta yer alan bu yapı İ.Ö. 1970-25 yılları arasında yapılmıştır. Amon tapınağının kuzey doğusundadır. 18. Sülaleden Amenofis'in temelde kullandığı taşları bir araya toplayarak bir arkeolog tarafından yeniden kurulmuştur. Kiosk'un planı karedir, 16 kare tabanlı sütun taşır ve buraya iki rampa ile ulaşılır.


Orta İmparatorluk mimarisinde görülen diğer bir mimari öğe, tonoz kubbe ile kemer formudur. Böylece Eski İmparatorluğun amaçsız dolambaçlı salonlar, odalar, koridorlar düzenine karşılık, Orta İmparatorluk mimarisinde bir amaca göre düzenlenmiş iç mimari vardır. Ancak dış mimari form parçalıdır. Binanın dışını çeviren sütunlu koridorla, süslü bir motif arama çabası ve gösterişe önem veren bir anlayış görülür.


Yeni İmparatorluk sanatı başlangıçta Orta İmparatorluk sanatına bağlanır ve onun bir devamı olarak görülür. Oysa arada, politik bakımdan karanlık olarak kabul edilen Hiksosların hâkim olduğu çağ bulunur (1670-1570). Mimarî bakımdan bu çağın en önemli eseri, Der-EI Bahari'deki Haçepsut'un teraslı mabedidir. Bu bina, Mentuhotep'e ait mabedin hemen yanında bulunur. Fakat bu yakınlık, ne mimari ne de motif bakımından bir benzerlik taşımaz. Dış görünüş bakımından da bir benzerlik yoktur. Haçepsut'un mabedinde yeni bir mimari gelişim göze çarpar. Bu mimaride yeni olan şey, Orta İmparatorluğun taç şeklindeki sembol piramidinden vazgeçilmesidir. Orta İmparatorlukta binanın üzerine konulan taç yerine bir avlu yapılmıştır. Ancak burada birinci kata çıkan rampa, geniş bir alana açıldıktan sonra yeniden yükselmeğe başlayarak ikinci katın üzerindeki bir terasa çıkar. Der-EI Bahari'deki rampa, mimari motif olarak Orta İmparatorlukta da vardı. Bu mimaride, Orta İmparatorluktaki sağlamlık yoktur. Ancak bu mimaride, Orta İmparatorluktan alınan ve ileride kullanılacak öğeler görülür. Binanın kayalara dayandığı arka duvarı üzerinde nişler ve bu nişlerde de heykeller bulunuyordu. Kayalara oyulu esas odaya iki taraflı bir yol gitmektedir. Teker teker bakılırsa, mimarî öğeler Orta İmparatorluk mimarisinde kullanılmışlardır. Örneğin: çok köşeli yuvarlak filpayeler ve üzerindeki kare prizma sütun başlıkları gibi. Bütün bunlar, mimarî bir bütünlük içinde kullanılmışlardır. Terasların önündeki salonlar çok gemili olup, geniş, rahat ve aydınlıktır. Kapıların iki tarafındaki taş direkler üzerine oturtulan kirişler ince ve düz kesilmiştir. Kapıların kenarlarına figür konulmamıştır. Bu figürlerin yerini hiyeroglifler almıştır. Orta İmparatorluk çağında tanıdığımız obeliskler, mabetlerin cephe düzeninde sağlam bir öğedir. I. Tutmosis ile Haçepsut'un Karnak'taki mabetlerinde görülen obeliskler, hep Orta İmparatorluk öğeleridir. 4. ve 5. Ramses çağlarında yazılan yazılar, bu obelisk denen dikili taşın dikey etkisini bozarlar.


Karnak'taki obelisklerin, yapının bütünü önünde, nasıl bir etki yaptı-ğını bugün bilmiyoruz. Çünkü, çeşitli çağlarda ilâve edilen yapıların birbirlerine girişi yüzünden, bugün ilk etkinin nasıl olduğu bilinmiyor. III. Tutmosis'in Karnak'taki tarihi salonunun önündeki filpayeler, girişin yan tarafında dikkati çekmektedir. Obelisklerin bina cephesinde yaptığı etkiye Haçepsut büyük önem vermişti. Burada ilk kez büyük kapılara iki pilon arasında yer verilmiştir. Pilon, girişin iki yanında üstleri yatay kesilmiş iki piramitten meydana gelir. Böylece piramitsiz olan mabette piramit motifi, başka bir biçimde kullanılmış olur. Bu pilonun üzerinde düşmanı perişan eden firavunun resimleri vardır.


Haçepsut ve III. Tutmosis'in zamanından kalan yapılardan o zamanki mimari hakkında bir fikir edinebiliyoruz. Fakat bilhassa bunlardan biri, zamanın büyük gücü hakkında bize fikir verebilmektedir. Bu yapı, yukarıda adı geçen III. Tutmosis'in Karnak'taki mabedinin büyük bayram salonudur. Buna 5 gemili bir salon diyebileceğimiz gibi, orta gemisi üç kısma ayrılan üç gemili bir yapı da diyebiliriz. Binaya giriş 4. ve 5. gemilerin bulunduğu yerin önündendir. Girişin önü filpayeli olup, giriş duvarının üzerinde dörtgen biçiminde pencereler vardır. Üç gemili orta yerin yan-larındaki yan gemiler, orta gemi ile aynı yüksekliktedir. Bina genel görünüşü ile bazilika biçimindedir. Ve bazilikada olduğu gibi kutsal yere doğru ufki bir gidiş yönü vardır. Ayrıca, yan gemilerden girilen odalar bulunmaktadır. Bu çağın sanatı, süslü, dekoratif ve inşa bakımından da formeldir. Çağın lüks gereksinmesi, görünmeğe değer olma düşüncesi ile, ihtişama önem veren bir biçimde binalar yapılmasını sağlamıştır. Bunun örneğini, Amenofis'in Lüksor mabedinde buluyoruz. Bu Amon, Mut ve Khonsu tanrılarına adanmış ve Amenofis 3 tarafından yaptırılmıştır.


Bugün Lüksor mabedinin cephesinin nasıl olduğu bilinmiyor. Ancak binanın temelinden çıkarılan plândan anlaşıldığına göre büyük yapı, ritmik ve unsurlar düşünülerek birbirleriyle bağlanmıştır. Bir mekândan diğerine açılan geçitlerle (bu bağlantı diğer eski yapılarda da vardır) bina gelişir. Buna ek olarak, sütunların altın yaldızlarla kaplandığını, döşemelerin gümüş kaplı olduğunu, duvarların renkli fresklerle düzenlendiğini düşünürsek, bu binaların aslında nasıl bir emek ve zevkle inşa edildiğini anlamış oluruz. Muhteşem sütunlu avlu, halen ayakta kalan sütunlarıyla eski halini yaşatmaya yetecek kudrettedir. Papirus şemsiye başlıklarıyla sütunlar, ağır gövdelerini pek belli etmezler. Avludaki sütunlar, kabul salonunun sütunlarından kasıtlı olarak daha alçak yapılmıştır. Ayrıca kabul salonuna doğru bir yön veren sütunlu yol, insana önemli bir yere gidildiğini duyurur. Bu unsurların belli bir amaca göre düzeni, Yeni İmparatorluk çağında mimarînin önem verdiği bir hu-sustur.


II. Ramses çağında bu mabedin önüne yeni bir avlu yapılmıştır. Bu avlu içinde aynı zamanda III. Tutmosis'in küçük mabedi bulunmaktadır. İ.Ö. XVIII. yüzyılın bu ilginç yapılarında, Mısır mimarisinin Eski İmparatorluk devrinde bulduğu papirüs, lotus ve palmiye başlıkların bol olarak kullanmıştır. Bu sütun başlığı stilleri, Mısır mimarının doğa motiflerini nasıl mimari motif haline getirdiğini göstermektedir.


I8. Sülalenin sonu Amarna çağıdır (1377-1358). Bu çağda yeni bir din ortaya atılmış ve adına Aton denilmiştir. Bu dini devrim, sanatı da etkilemiştir. Ancak kısa sürdüğünden, mimari bakımdan inşaatlar bitirilememiş, fakat heykel alanında önemli eserler yapılmıştır. Bu hususa mısırda heykel bölümünde temas edilecektir. Amarna çağında eski örneklere dönüş önem kazanmıştır. Fakat I. Setos zamanında bir evvelki çağa değil, eski ilkel katı öğelere gidildiği görülür. I. Setos, Abitos'ta çeşitli tanrıların adına bir mabet yaptırmıştı. İki avlulu olan mabette, iki sıra sütunlu iç salonun sonunda, tanrılara tahsis edilmiş iki oda vardı. Bu tapınak, Der-EI Bahari'deki, Haçepsut'un yaptırdığı avlulu tapınak tipine bağlanır. Hatta ikinci avludaki rampa, Haçepsut'un muazzam yapı biçimine açıkça bir eğilim gösterir.


Ramsesler çağındaki yapıların pilonları, avluları, birbirini kesen salonları, sütunlu ya da sütunsuz odaları, taklit edilen bir sistemi bize açıklamaktadırlar. Sütunlar bodur olup, I. Setos çağındakilerden daha kabadırlar. Yenilik olarak yalnız filpayeler devasa figürler halini almışlardır. Eski İmparatorluk çağındaki heykeller, normal ölçülerde olup, ya filpayelerin önüne ya da filpayeler arasına konulurdu. Fakat bu heykeller binanın mimari bütünlüğüne iştirak etmiyorlardı. Ancak bina mimarisine iştirakleri, kitle ve büyüklük bakımındandı. Restorasyon sanatı adı verilen bu Ramsesler çağındaki heykeller, devasa ölçüleri ile binanın mimarisini bozmaktadırlar. Hattâ mimariden fazla önem kazanmak çabasındadırlar. Figür olarak da, kitle ve çehre anlatımı bakımından da, canlı bir ifadeden yoksundurlar. Dekoratif olarak da süsleyici bir özellikleri yoktur. İşte II. Ramses'in Nubya'daki mabedi bu anlayıştadır. Abu Simbel'deki Kaya Mabedi'nin cephesi de kayalara oyulmuştur. Burada görülen dağ örneği figürlere nazaran, kayaların içine oyulmuş olan iç kısım çok küçüktür. Heykeller de ölçülerine oranla daha az etkileyici görünürler.


İmparatorluğun başkenti Sais'e taşındığı için, Mısır mimarisinin son çağına Sais çağı da denmektedir. Sais çağı sanatı, Yunanlıların klasik öncesi sanatı ile çağdaş olmasına rağmen özelliği ayrıdır. Mısır sanatı bu çağda da binlerce yıllık eski kanunlarına uyar. Mısır sanatı, Yunanlılara sanat ihtirası bakımından örnek olduğu gibi, motif ve form bakımından da etki yapmıştır.


Kaynaklar: İnkılap kitapevinden "Mısır Sanatını Tanıyalım", Adnan Turani'nin yazdığı "Dünya Sanat tarihi", Talât Saim Halman'ın yazdığı "Eski Mısır'dan Şiirler", C.W.Ceram'ın yazdığı "Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler" 

 

 
Yorum ( 2 ) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

  • 8/5/2007 - Barok Bahçe Sanatı

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

          

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Barok Bahçe Sanatı

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

     PARK VE BAHÇE SANATININ GELİSİMİ

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

İlk zamanlarda parklar genellikle soyluların sahip oldukları malikaneler içerisinde olurlardı ve bu alanlar halka kapalı idi

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Daha sonraları özellikle sanayinin gelişmesi ile artan nüfus artışı ve kentleşmeden dolayı artan baskılarla şehirlilere temiz rekreasyonel imkanlar sunmak amacıyla parklar tanzim edilmiştir.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Eski zaman park tipleri

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

n      Mısır Bahçeleri

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

n      Asur ve Babil Bahçeleri

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

n      Fenike ve İbranilerin Bahçeleri

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

n      İran Bahçeleri

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

n      Eski Yunanlılarda bahçeler

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

n      Roma Bahçeleri

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Orta zaman park tipleri

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

n      Bizans bahçeleri

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

n      İslam ülkelerinin bahçeleri

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

n      Avrupa Bahçeleri

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

n      Uzakdogu Bahçeleri

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Son ve yeni zaman bahçeleri

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

n      Rönesans Bahçeleri

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

n      Barok Bahçeler

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

n      Klasik Fransız Bahçeleri

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

n      Türk Bahçeleri

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Klasik Fransız bahçeleri

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Bu tür bahçelerin yaratıcısı XIV. Loui’nin meşhur peyzaj mimarı Le Notre’dür (1613-1701).  En meşhur eseri Versaille bahçesidir.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

                             BAROK BAHÇELERİ

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

n      Öncelikle Fransa’da meydana gelmişlerdir.  Rönesans bahçelerinin daha da abartılı bir hal almış şeklidir. 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

n      Halı parterlerinin daha komplike ve sanatkarane şekilde meydana getirildiği görülür.  Klasik bahçelerin ahenk ve haşmeti kaybolmuştur çünkü sanatçı bütün ağırlığı bu halı parterlerini yaratmaya verir.  Parterler çiçeklerden ve renkli taşlardan oluşur. Ayrıca oymacılık ve su işçiliği de bu parterlere entegre edilmiştir. 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

n      Barok bahçeleri etrafında yapılı binanın planı ile bağlantılı değillerdir, komplike labirentler, suni bundanmış ağaçlar ile tabiilikten oldukça uzaklaşılmıştır.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

n      Barok sanatında ;insanlarda dini heyecan uyandırmayı amaçlayan çarmıha gerilme, din yolunda öldürülme, göge yükselme gibi konuların yanısıra mitolojik konularda bulunur.Rönesanstaki denge kavramının ve uyumlu ölçülerin aksine büyük bir hareketlilik göze çarpar.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Barok bahçeleri örnekler

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Wallenstein Gardens

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Vrtba Garden

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Palace Gardens below Prague Castle

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
Yorum ( 2 ) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

  • 8/5/2007 - RÖNESANS

  • Kategori: Mimarlik Tarihi Ders Notlari , Eğitim
  • Rönesans
  • İtalyanca rinascimento sözcüğünden kaynaklanan bu terim, dilimizde “yeniden doğuş” anlamına geliyor.
  • Rönesans genelde, 14-16. yüzyıllarda ıtalya’da klasik modellerin etkisi ile sanat ve yazın alanındaki canlanış olarak tanımlanır.
  •  
  • Geç Gotik, Orta Avrupa’da 15. Yüzyılda eserlerini vermeye başladığında İtalya’da Floransa’da erken Rönesans’ın ürünleri görülmeye başlamıştı.
  •  
  • İtalyanlar Gotiği bir barbar sanatı olarak kabul ettikleri için önce Floransa’da bir karşı sanat hareketi başlamış ve Roma 1500’li yıllardan başlayarak bu yeni anlayışı en üst düzeye çıkarmıştı.
  •  
  • Rönesans mimarisinin kurucusu olarak Florensa’lı Flippo Bruneleschi kabul edilir. Kırk yaşına kadar heykelci olan sanatçının ilk eseri Floransa Domu”dur.
  •  
  • Sanatçının 1421 de yaptığı
  • St. Lorenzo kilisesinde Gotik etki tamamen kaybolmuştur. Bu kilise daha sonra Michelangelo’nun yapacağı Medici ailesinin mezar kilisesi için de bir örnek teşkil edecektir.
  •  
  • Burunelleschi eski Roma sanatı ve Roma mimari formlarına büyük alaka duyan bir kişiydi. Bizzat Romaya giderek eski harabeleri ve bina kalıntılarını dikkatli bir şekilde incelemiştir.
  •  
  • Önerisi 1420 de Floransa Şehir Konseyince kabul edilerek 1434de yapımı tamamlanan Floransa Katedralinin kubbesi mimari bakımından Rönesans Sanatının da başlangıcını temsil etmektedir.
  •  
  • Bu hareketin ikinci temsilcisi
  • Leon Battista Alberti idi.
  •  
  • Şair, kompozitör, hukukçu ve sporcu olan sanatçı Bologna üniversitesini bitirip papaz olmuştu
  • San Andrea uzun bir salon ve iki yanda birbirlerinden ayrılmış şapelle nişlerin yer aldığı bölmelerden ibaretti.
  • Çapraz geminin kesiştiği yeri de bir kubbe kapatıyordu. Uzun salonu ise taştan bir tonoz örtüyordu.
  • Bu yapı Gotik’ten ayrılıyordu. Gotik’te her yöneliş derine ve yukarı doğru hareket halinde olduğu halde, burada mekan hareketi, yerinde duran bir etkide idi.
  • Gotik’te duvarlar, ayaklar, ve tonozlar silme ve kaburgalarla hareket eden ve bir yöne yönelen etki içersinde düzenlenmişlerdi.
  • Rönesans, kaburgayı ve kaburgalı haç tonozu, dinamik etkileri nedeniyle ret ediyordu. Bunun yerine klasik tonoz ile kubbeyi ele alıyordu. Çünkü bu unsurlarda hareket özelliği bulunmuyordu.
  •  
  • Çatı örtüsü için eski Roma’nın saray ve hamamları örnek alınmıştı. Buradaki formlar Rönesans sanatçısına daha ağır başlı sakin ve ölçülü geliyordu.
  • Bu yapılarda insan yeniden ana ölçü birimi olmuştur. Ve bu şekilde sanatçı gotikte mantıklı olmayan oranlar ve dini düşünce ile ilişkisini tamamen keser.
  •  
  • Bu klasik anlayışta Floransa dışında yalnız Alberti yapılar inşa eder. Kuzey İtalya’da 16. Yüzyıla kadar karışık bir üslup hakim olur
  •  
  • Bu karışık üslup geç Gotik ile antik unsurları birleştirmeye çalışır. Yukarı İtalya’da klasik üsluba dönüş, bir fresk ressamı olan Donato Bramante ile başlar (1444-1514)
  •  
  • Milano’da Santa Maria Grazia kilisesini yapan sanatçı daha sonra merkezi planlı yapıların en güzel örneği olan St. Pietro klisesini gerçekleştirmişti
  • Bramante’nin daha sonraki görevi Papaların Avignon’dan dönmesini takiben yaşadıkları yer olan Vatikan’ın yeniden düzenlenmesi idi.
  • Rönesan’ın dini ve sivil yapıları aynı unsur ve özellikleri göstermektedir. Sivil mimarinin en önemli sonucu Palazzo yani sarayların kazanılması idi
  •  
  • Zenginleşen kent dükalıklarında klasik sanat eğitimi görmüş patronların egemenliği, Rönesans’ın oluşmasında hayli etkili olmuştur. Özellikle Rönesans’ın beşiği Floransa’daki Medici ailesi, sanatın en büyük koruyucusuydu.
  •  
  • Yeniçağ, kral ve prensler için şato yerine sarayları uygun görüyordu.
  • Bu yapılarda toplum içinde kendini kabul ettirmiş, tüccar, bankacı zihniyeti olan kral oturuyor, kudreti ve hümanist kültürü ile çevresindekilerden üstün olduğu kabul ediliyordu.
  •  
  • Plazzo’da Helenistik sütunları ile avlu önemli bir unsurdu .Muhteşem bir temsil gücü olması gereken yapının, özellikle cephesi gösterişli idi. Konsollu frizler ve rustik tarzı yer, yer heroik etki yaratıyordu.
  •  
  • Sivil mimari alanında, klasik üslupta en çok eser veren sanatçılar Venedik okulundan Jacopo Sansovino 1486-1570) ve Vicenza'lı Andrea Paladio’dur (1518-1580).
  • Mimar Paladio, Sasovino’ya nazaran daha klasik üsluba yakın olup Vicenza’da bir bazilika, bir tiyatro, bir saray inşa ederek yeni mimarinin temellerini atarken bu şehri de bir sanat merkezi haline getiriyordu.
  • Bir çok büyük yapıyı gerçekleştiren Paladio, Kuzey İtalya’da sayıları 20 kadar olan villa yapmıştır.
  • Paladio eserlerindeki tutarlılık ve sadelikten kaynaklanan başarısı nedeniyle ileri dönemlerde yapıtlarından en çok esinlenen mimar olacaktır.


  •  

  • 8/5/2007 - I. Ulusal Mimarlık Akımı

Kimlik Arayışı: I. Ulusal Mimarlık Akımı

1908'de ilan edilen 2. Meşrutiyet'le birlikte gelişen milliyetçilik eğilimleri mimarlıkta da yeni arayışları gündeme getirmiştir. Mimar Kemalettin ve Vedat Bey 'lerin başını çektikleri akımla Türk mimarlığının, "Neoklasik Türk Üslubu" ya da Milli Mimari Rönesansı adını alan yeniklasik dönemi başlar. Daha sonraları (1970'lerde sonra) Birinci Ulusal Mimarlık adıyla anılacak bu tarz, klasik Osmanlı yapılarından aktarılan öğeler ve süslemelerle yüklü yeni bir mimarlık yaratmaya yönelir.


Bu dönemde mimarlar, klasik Türk mimarlığı yapıtlarını dirilterek bir Milli Mimari Rönesansı ile Türk milli üslubu yaratmaya çalışmışlardır. Bu arayış, İslam ülkelerinin birer birer Osmanlı'dan kopmaları nedeniyle Panislamizme karşı Pantürkizm eğiliminin yani ulus olma yolunda bilinçlenmenin bir sonucu olarak da nitelendirilebilir. Sözde milliyetçi olan bu akım, daha çok eski dinsel yapılardan alınan geniş saçaklar, kubbe, sivri kemer, sütun, çıkma, mukarnaslı başlık, çini kaplamalar gibi yapı öğelerini sivil mimarlığa uygulamaya çalışmıştır. Akım daha çok, kamu yapılarında görülmüş, konutları pek etkilememiştir.


Akımın öncüleri Mimar Kemalettin ve Vedat Bey'ler ülke mimarlığını yabancı etkilerden arındırmak amacıyla yola çıkıp, yerel seçmeciliğe yöneldiler ve yalnızca Osmanlı'nın son dönemini değil, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Türk mimarlığını da büyük ölçüde etkilediler. Ziya Gökalp'ın başlattığı Türkçülük hareketi ve Cumhuriyet Hükümetinin desteği, bu akımın Cumhuriyet'in ilk yıllarında da canlı kalmasını sağladı. Aslında izlenen yol, genç dinamik cumhuriyetin yenilikçi ve atılımcı karakteriyle bağdaşmıyordu. Her alanda devrimler yapan genç Cumhuriyet'in mimarları, daha önceki dönemde kullanılmış İslam-Osmanlı öğeleri yerine bu kez Selçuklu-Osmanlı öğelerinden yararlanarak yeni bir mimarlık yaratmaya çalışıyorlardı. Bu çabalar klasik Osmanlı mimarlığına dönüş çabaları olarak da yorumlanabilir. Yukarıda andığımız iki mimara anlayış bakımından çok yaklaşan başka iki mimar, Arif Hikmet (Koyunoğlu) Bey ile İtalyan asıllı Giulio Mongeri de akıma katılmışlardır.


Mimar Kemalettin, İstanbul'da 4. Vakıf Hanı 'nı, Bostancı ve Bebek Camileri ile Tarlabaşı'ndaki Kemer Hatun Camisi'ni, Eyüp'te 5. Mehmet Türbesi ile Şişli Hürriyet Tepesi'nde Mahmut Şevket Paşa'nın açık türbesini, Lâleli Tayyare apartmanlarını (bugünkü Merit Antik Oteli), Ankara'da DDY merkez binası ile Gazi Terbiye Enstitüsü'nü yapmıştır.


Mimar Vedat'ın en önemli yapıtları ise Sirkeci'deki Büyük Postane, Karaköy'de bugünkü Denizcilik İşletmeleri binası, Nişantaşı'ndaki kendi evi, Haydarpaşa Vapur İskelesi ve başladığı fakat bitiremediği Ankara Palas 'tır.


Arif Hikmet Bey, Ankara Türk Ocağı (Bugün Devlet Resim ve Heykel Müzesi 1927-30) ile Etnoğrafya Müzesi (1925-28) ve eski Hariciye Vekâleti binalarını; Mongeri de Ankara-Ulus'ta Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü (1926) ile Osmanlı Bankası (1926), İş Bankası (1928) ve İnhisarlar Başmüdürlüğü (1928) binalarını yapmışlardır.


Birinci Ulusal Mimarlık, yeni teknolojiye ayak uydurmaktan ve çağın gereksinmelerine yanıt vermekten uzak, seçmeci, biçimsel, duygusal, akademik bir akım olarak kalmıştır.

 

 
Yorum ( 1 ) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

  • 8/5/2007 - Kıbrısta Gotik Mimarisi

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Kıbrıs’ta Gotik Mimarisi

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Yüzyillar boyunca çesitli uygarliklarin dogup filizlendigi ya da uzak cografyalardan gelen kültürlerin yerlestigi ve sekillendigi ender topraklardan biridir Kibris. Kimi zaman deniz asiri bir kitadan gelenler kurmuslar antik kentleri, kimi zaman uzaklardan gelenler insa etmisler kaleleri, satolari. Her bir yapi, Kibris’in kültürü ve geçmisi ile birleserek her geçen gün anitlasmis, yücelmis. Bu yapitlar unutulmak yerine, geçmisten gelecege bir miras gibi özenle korunmuslar, saklanmislar.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Kuzey Kibris’ta, Ortaçag’dan günümüze kalan eserler arasinda, Avrupa’da çok gösterisli örnekleri bulunan Gotik mimariye ait yapilar bulmak mümkün. ilk bakista cografi olarak Avrupa’dan biraz uzak görünen Kibris’ta, Gotik eserlerin fazlaligi insani sasirtiyor. Hem de bu eserlerin, Avrupa’nin ünlü merkezlerindeki dillere destan olmus Gotik yapilar kadar etkileyici ve nitelikli olmasi da Kuzey Kibris’i bu konuda önemli bir merkez haline getiriyor. Gotik sanat yapitlarinin tarihi ve sanatsal deger olman yani sira, ilgi çeken bir turistik deger oldugunun da farkina varan  Avrupa ülkeleri, özel Gotik turlari düzenleyerek, bu sanat akiminin ülkelerindeki eserlerini tüm dünyaya tanitiyorlar. Fransa’da St. Denis, Laon, Amiens, Reims ve ünlü Notre Dame Katedralleri, ingiltere’de Salisbury, Exeter, Winchester Katedralleri, Milano’da Doumo Katedrali ve Almanya’da Köln Katedrali Gotik sanatin mimarideki örnekleri arasinda ilk akla gelenler. Tarihi kalintilarinin zenginligiyle her zaman gözde olan Kuzey Kibris da Gotik mimarinin en güzel ve göz alici örneklerine sahip. Kibris’taki katedraller, kiliseler ve manastirlar Gotik sanatin mimariye yansimasindaki zarafet ve incelikle asirlardir ilgi görüyorlar.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Avrupa’da 12. yüzyil ile 15. yüzyil arasinda varlik gösteren Gotik sanat, Rönesans’a dek mimarliktan, heykele; resimden, vitraya kadar sanatin her dalinda sevilerek uygulanmis. Gotik mimarinin ilk uygulandigi yapi olarak, 12. yüzyil basinda Paris’te insa edilen St. Denis manastir kilisesi kabul ediliyor. Sivri çatilari ve kuleleriyle, göge yükselen Gotik katedraller,  bu asirlarda kentlerin siluetlerini degistirmisler ve önemli anitlar olarak saygi görmüsler. Gotik katedrallere girildiginde, daha aydinlik bir ortam ve yukari dogru çekilmis hissi veren bir mekân karsiliyor insani. Sivri kemerler sayesinde yapilan kaburgali tonoz sistemi ve yapiyi disardan destekleyen payanda kemerleri, katedrallerin göge uzanan ince ve sivri görünümünün verilmesini sagliyor. Gotik yeniligi olan sivri kemerler sayesinde, kemere binen yük asagiya esit olarak aktarilmis ve böylece yük azaltilmis. Çatidan da payanda kemerleri ile destek saglaninca, gotik katedraller anitsal ve asil bir görünüme kavusmuslar. Gotik yapilarin cephelerindeki ana giris üstlerinde yer alan alinliklardaki islemeler, tas isçiliginin Gotik mimaride nasil kusursuz bir süsleme aracina dönüstügünü kanitlar nitelikte ince isçilikli ve özenli. Gotik mimarinin en önemli özelliklerinden biri olan ve “gül pencere” olarak adlandirilan ana kapi üzerindeki yuvarlak pencere, vitray sanatinin en renkli çalismalarinin uygulandigi ve katedrallerin en ilgi çeken kismi olarak karsimiza çikiyor. Ana cephenin her iki yaninda bulunan yüksek çan kuleleri ise gotik katedrallerin görkemini ve asaletini pekistiren önemli ögeler. Gotik mimarlik özellikleriyle yapilmis ileri örneklerde heykeller ve kabartmalar da kullanilmis. Yapinin daha gösterisli ve ayrintili görünmesini saglayan bu eklentilerle Gotik katedralleri, görsel olarak çok daha fark edilebilir hale gelmisler ve ait olduklari kentlerin siluetinde tek tas mücevher gibi özel bir yere sahip olmuslar.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Kuzey Kibris da Avrupa’da ki önemli kentler gibi Gotik mimarlik akiminin etkisinde önemli yapilarla süslenmis. Hatta öyle ki bu yapilar, tüm Akdeniz ülkeleri arasinda hatiri sayilir güzellikte ve önemde yapilar olarak kabul ediliyorlar. Kuzey Kibris’in Gotik katedralleri arasinda  Magusa’daki St. Nicholas Katedrali, aradan geçen asirlara karsin bugün bile kentin gelen görünümüne hakim bir konumda ve güzelligiyle Magusa kentini adeta taçlandiriyor. M.S. 13. yüzyilda yapilmis olan katedral, kentin her yerinden görülebilen heybetli ve asil bir görünüme sahip. Bati cephesinde yer alan orta kapi ve yanlarindaki iki kapinin görkemi,  daha ilk bakista katedralin sasaali mimarisini gözler önüne seriyorlar. Kapilarin üstlerindeki alinliklarin süslemeleri, pencerelerdeki motifler ve çatidaki oymalarin hepsi, tasin Gotik  mimarlikta ustalikla islenisinin bir kaniti gibi. Orta kapinin üstünde yer alan vitrayli gül pencere bütün gotik katedrallerde oldugu gibi, burada da daha ilk bakista ilgi çekiyor. Gotik mimarlikta Gargoyle olarak adlandirilan hayvan ya da yaratik formlu su oluklari, Magusa’daki bu katedralde de kullanilmis. Ancak bu heykel görünümündeki su oluklarinin bas kisimlari, günümüze dek ulasamamis ve kaybolmuslar. Yine de, benzerleri Paris’teki, Milano’da ki katedrallerde de görülebilen, sekilli su oluklarindan kalanlari burada görmek mümkün. Ayrica çatinin ve dogu cephenin süslemeleri de yapiyi uzun uzun seyretmek, incelemek için yeterli. Kibris’in Osmanli topraklarinda katilmasiyla katedral, camiye dönüstürülmüs ve Lala Mustafa Pasa Cami olarak adlandirilmis. Böylece yapi kutsal kimligini kaybetmeden saygi görmeye devam etmis ve bu sayede doga ve insan tahribatindan korunmus. Katedralin iç kisminda orijinal Gotik kemerleri ve tonozlari görmek mümkün. Magusa’daki St. Nicholas Katedrali ile ilgili bir baska özellik de, Fransa’daki Reims Katedrali ile olan benzerligidir. Her iki katedralin giris kisimlarindaki ve genel yapisal benzerlikleri, Gotik sanatin Avrupa’nin ortasinda ve Akdeniz’in dogusunda nasil uygulandigi konusunda karsilastirma yapmak firsati sunuyor ziyaretçilere.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Luzinyan Krallari’nin Kudüs Krali olmak için taç giydigi bu gotik yapi, hiç kuskusuz tüm Kibris’taki en güzel Gotik yapidir. Gerek Avrupa’daki Gotik katedrallerle boy ölçüsebilecek görkemi, gerek tas isçiligindeki incelik, gerekse günümüze dek saglam olarak korunagelmis olmasi ile St. Nicholas Katedrali, Kibris için özel ve benzersiz bir yapi olarak asirlardir gururla ayni göge yükseliyor.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Magusa’daki diger Gotik etkili yapilar arasinda Latin St. George Kilisesi, St.Peter-St.Paul Kilisesi ve Grek St. George Kilisesi gibi yapilar da sayilabilir. Bunu yani sira, tamamiyla Gotik bütünlüge sahip olmasa da gerek kemeriyle, gerekse penceresiyle ya da süslemeleriyle Gotik çagrisimlar yapan yapilar da bulunuyor. Bazen bir yapida karsilasilan Gotik pencereler ya da girisi süsleyen sivri kemerler, Kibris’in Gotik mimarliktan ne kadar etkilendigini kanitliyor.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Kibris’in diger önemli Gotik katedrali Lefkosa’da bulunuyor. 1571’de adanin Osmanli topraklarina geçmesiyle Selimiye Camii olarak adlandirilan katedral, St. Sophia adini tasiyormus. Yapimina 13. yüzyilda baslanan katedral, Luzinyan Krallari’nin Kibris Krali ünvani almak için taç giyme törenlerinin yapildigi yermis. Krallar önce burada taç giyerek Kibris Krali ilan edilirler, daha sonra da Magusa’daki St. Nicolas Katedrali’nde Kudüs Krali olmak için taç giyerlermis. Katedral Gotik mimari ögeleriyle süslenmis anitsal bir yapi olarak Lefkosa’ya gelen yerli yabanci tüm bakislarin ilgi odagi durumunda. Anitsal kapinin üzerindeki tas oyma pencereler benzersiz bir Gotik uygulama olarak karsimiza çikiyor. Kapilarin üstündeki kademeli alinliklar da , gerek süslemeleri, gerekse anitsal görünümleriyle ilgi çekiyorlar. Katedralin içindeki tonozlarin yarattigi simetri duygusu ve ferahlik, yapinin içini de en az disi kadar çekici hale getiriyor.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 


St. Sophia’dan baska diger önemli Gotik kilise de St. Catherine Kilisesi’dir. Bazi arastirmacilar tarafindan Kibris’in en zarif Gotik yapisi olarak tanimlanan bu kilise, 14. yüzyilda insa edilmis. Kilisenin üç girisi bulunuyor. Bu girislerden güneydeki Gotik tarzda yapilmis ve soylu armalariyla süslenmis. Bati girisi daha büyük bir kapi olarak tasarlanmis ve kapi üstünde kabartma süslemeler yapilmis. Kuzeydeki giris diger iki girise göre daha sade. Kapinin kemer süslemesinde Gotik stilde tasa islenmis kadin figürü halen görülebiliyor.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

St. Sophia Katedrali’nin yanindaki yapi aslinda 12. yüzyilda yapilmis bir Bizans Kilisesi. Ancak Luzinyanlar döneminde yapilan eklentilerde görülen Gotik etkilerle yapinin genel havasina Gotik sanat hakim olmus. Yapinin özellikle Kuzey kapisindaki tas isçiligi ve sivri kemerli girisi göz oksayan Gotik dokunuslara sahip.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Gotik mimarliga ait eserler görmek için Lefkosa’daki bir diger adres de Tas Eserler Müzesi (Lapidary). St.Sophia’nin  (Selimiye Camii) yakininda bulunan müze, çesitli yerlerden toplanmis tas eserlerin sergilendigi bir mekân. Burada antik tas eserlerden Venedik armalarina;  sütunlardan lahitlere bir çok tarihi eseri bir arada görmek mümkün. Müzenin en çok ilgi çeken parçasi olan ve Sarayönü  Meydani’nda yikilmis bir ortaçag yapisindan getirtilmis olan Gotik tas pencere, zarafeti ve güzelligiyle hâlâ dikkat çekiyor.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Kuzey Kibris’taki en etkileyici Gotik yapilardan biri de Girne yakinlarindaki Bellapais Manastiri’dir kuskusuz. 13. yüzyilin basinda insa edilen ilk yapi, çesitli dönemlerde eklentiler yapilarak genisletilmis. Manastira yaklasirken görülen sivri kemerler, yapinin Gotik karakteri hakkinda ilk ipuçlarini veriyorlar. Manastirin avlusunda ise, Gotik sanatin mimarideki saltanati daha da belirginlesiyor. Galerilerdeki tonozlar ve avludaki sivri kemerler manastirin zarif havasini biraz daha pekistiriyorlar. Ayrica tonozlarin birlesme yerlerindeki figürler de Gotik heykel sanatinin küçük uygulamalari olarak hos sürprizler yaratiyorlar. 14. yüzyilda eklenen yemekhane binasinin tavanindaki Gotik tonozlar bugün bile görenlerin gözünü oksayacak kadar narin ve hos.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Kuzey Kibris’ta pek çok yapida görülen Gotik etkiyi, St. Hilarion Kalesi’nde de görmek mümkün. Kaleye çikan herkesin mutlaka uzun uzun Akdeniz’i seyrettigi ve önünde fotograf çektirdigi “Kraliçe Penceresi” olarak bilinen pencere de Gotik tarzda islenmis.  Kalenin nefes kesen manzarasina eslik eden bu tas pencere, Akdeniz’e Gotik bir çerçeveden bakmak isteyenler için ideal bir yer.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Gotik sanat,  Kuzey Kibris’i kesfetmek isteyen yerli-yabanci bir çok gezgin için yükselen bir deger olarak günden güne ilgi görüyor. Avrupa’nin önde gelen Gotik katedralleri kadar önemli ve degerli Gotik yapilara sahip olan Kuzey Kibris, gezginleri, arastirmacilari ve kesfetmekten haz alanlari, geçmisinin bu çok bilinmeyen özelligini paylasmak için geleneksel  bir konukseverlikle buyur ediyor Gotik katedrallerine, manastirlarina…Kuzey Kibris’in Gotik mirasinin izini sürmek için tek yapmaniz gereken, kendinizi Akdeniz’in bu en güzel adasina ve onun isiltili geçmisine birakmak…

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

                                                             Bilgiler için  Hasan Basri Çamurlu’ya teşekkürler.

 
Yorum ( yok ) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

  • 8/5/2007 - Notre Dame Katedrali

Notre Dame Katedrali  Paris, Fransa'da bulunan dünyaca ünlü bir katedraldir. Meryem Ana'ya ithafen isimlendirilmiştir. Gotik yapı Île de la Cité'in doğu kısmında, Paris'in diğer tüm önemli yapıları gibi

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Seine Nehri

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

'nin kıyısında bulunur. Girişi batıya bakar.

Fransız gotik mimarisinin en güzide örneği olarak bilinen Notre Dame, ayrıca ilk gotik katedrallerden biridir ve gotik dönem boyunca inşası sürmüştür. Heykellerin ve işlemeli camların ortaçağ Roma mimari üslubundan sonra pek görülmemiş bir dünyevilik içermesi,

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

natüralizm akımının eserlerdeki ağır etkisi sebebiyledir.

Turistler açısından popüler bir yer olmasının yanı sıra, halen bir Roma Katolik katedrali olarak kullanılır ve Paris başpiskoposluğuna ev sahipliği yapar.

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Batı cephesi

Batı

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

cephesi katedralin en ünlü kısmıdır. Birbirinden ayrılan üç parçadan oluşur ki, bu Roma mimari geleneğinden alınmıştır. En önemli kısımları şöyledir:

  • Güney kule katedralin ünlü çanı "Emmanuel"'i barındırır. Dökümü 1631 yılında yapılmış olan bu çan Notre Dame'daki en eski parçadır.
  • Galerie des Chimères ya da Büyük Galeri, iki kuleyi birleştirir ve katedralin efsanevi chimère'lerinin bulunduğu yerdir.
  • Batı Gül Penceresi 10 metre çapındanır. İşlemelerle süslü pencerenin birçok kısmı katedralin 13. yüzyıldaki inşasında oluşmuştur. Önünde kucağında bebek İsa ile birlikte bir Meryem Ana heykeli vardır.
  • Krallar Galerisi, Yahuda ve İsrail'in 24 kralının heykellerinin sıralandığı koridordur. Bu kısım Fransız devrimi sonrasında hasar görmüş ve Viollet-le-Duc tarafından yeniden tasarlanmıştır. Devrimciler heykellerin Fransız krallarına ait olduğunu sanmış ve kafalarını koparmışlardır. (Kafaları bir öğretmen kurtarmış ve arka bahçesine gömmüştür. Sonradan yeniden bulunmuşlar ve şu an Musée de Cluny'de sergilenmektedirler).
  • Alttaki üç büyük kapı Meryem Ana (Meryem Ana Kapısı), Yeniden tahta çıkan İsa'nın on bakire de dahil olmak üzere yaşayan ve ölüleri yargılaması (Son Hüküm Kapısı), ve Meryem Ana'nın annesi Azize Anne'e (Azize Anne Kapısı) ait hikayelerle süslenmiştir.

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Meryem Ana Heykeli

Katedralde Meryem Ana'nın bir heykeli bulunur. ("Paris'in Bakiresi" olarak tanınır.) Zenginliğin bol olduğu dönemde katedrali şehrin gururu ve yeni ekonomik özgürlüğün bir sembolü olarak gören yerel tüccarlar tarafından yaptırılmıştır. Zayıf estetik görüntüsü yanı sıra pahalı dekorasyonu ile dikkat çeken bu heykel bazı gözlemcilere dini bir ibadetten ziyade kibirli bir zenginlik çağrışımı yapar.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Kuzey ve Güney Gül Pencereleri

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Gül pencereler (rose window) kiliselerde ve özellikle gotik katedrallerde görülen, genellikle ön cephede, yuvarlak pencerelerdir. renkli camlar, desenler ve resimlerle süslü pencerelerde yine oymalar ve desenlerle süslenmiş çerçeveler kullanılır.

Notre Dame'ın iki kanadında bulunan bu pencereler geç gotik dönem bir tarza sahip olup 1250-1260 yılların arası yapılmıştır. Tarz batı façadedeki gömülü olan pencerenin aksine bunların duvarda kabarık bir şekilde durmasından anlaşılır, ki batıdaki pencere erken gotik dönem eseridir. Güneydeki pencerede

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Yeni Ahit'ten "İsa'nın zaferi" hikaye edilir.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Bu pencereler katedraldeki sayılı renkli camlı pencerelerden olması açısından dikkat çeker, ve Avrupa'da özgün eserler olarak kalmayı başarmışlardır.

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

iskeleleri" gibi durdukları söylenerek, katedrale "bitirilmemiş" bir hava verdikleri iddia edilmiştir.

  • Güney kulesindeki "Emmanuel" adlı çan 13 ton gelir, yalnız tokmağı 500 kilodur.
  • 1631'de Emmanuel yeniden döküldüğünde kadınların ergimiş olan metale mücevherlerini attıkları ve çanın orijinal rengini buradan aldığı söylenir.
  • Katedralin ana kubbesi 34 metre yüksekliktedir.
  • Batı cephesindeki kuleler 69'ar metre yüksekliktedir.
  • Çan kulesine gitgide daralan toplam 422 basamakla çıkılır.

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Yapımı

1160 yılında Paris katedrali "Avrupa'nın krallarının bölge kilisesi" olduktan sonra Piskopos

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Maurice de Sully tarafından "mağrur görevi için yetersiz" bulundu ve "Paris piskoposu" unvanını aldıktan kısa süre sonra Sully katedrali yıktırdı. Efsaneye göre Sully Parisin yeni görkemli kilisesinin hayalini görmüş ve orijinal kilisenin dışına bu görüntüyü çizmiştir. Kilisenin yapımı için birçok evi yıktırmış ve malzemelerin taşınabilmesi için bir de yeni yol açtırmıştır.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

1163'te Kral VII. Louis'nin hükümdarlığı döneminde başlamış olan inşaatın temel taşını Maurice de Sully'nin mi, yoksa Papa Alexander III'ün mü koyduğu tartışma konusudur, fakat her ikisinin de ilgili seremonide hazır bulunduğu bilinmektedir. Piskopos Sully ömrünün büyük kısmını ve parasını katedralin inşaatına vakfetmiştir.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

Batı cephenin ve çarpıcı iki kulesinin yapımı 1200 yılları civarında, sahın henüz tamamlanmadan başladı. Yapım süreci boyunca çok sayıda mimar çalıştı, ki değişik yüksekliklerde görülen değişik stillerin sebebi budur. 1210 ve 1220 yılları arasında dördüncü mimar gül pencerenin hizasını gördü ve 1245 yılında kuleler tamamlandı. Katedralin tamamlanması ise

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

1345'e uzanır.

Yıllar boyunca kiliseye pek çok org getirildiyse de, hiçbiri binanın yapısına uygun olmamıştır. İlk uygun org Cliquot tarafından 1700'lü yılların başlarında tamamlandı. Cliquot'nun eserinin bir kısmı günümüze kadar dayanmıştır, fakat org 19. yüzyılda Aristide Cavaille-Coll tarafından büyük ölçüde yeniden yapıldı. Ne katedral, ne de org Paris'in en büyüğü olmamasına rağmen Notre Dame'ın piyanisti şehrin en kıdemlisi addedilmiştir. Bu konuda 18. yüzyılda öyle bir rekabet olmuştur ki, dört piyaniste unvan verilmiştir, ve her biri yılın üç ayı boyunca çalmıştır. Kilisenin en iyi piyanisti 1900-1937 yılları arasında çalan Louis Vierne olarak görülür. daha sonradan çalan orgçular, özellikle

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Pierre Cochereau orga önemli katkılarda bulunmuşlardır. Yine de orgun orijinal tınısı bugün dahi Cavaille-Coll versiyonuna aittir, ve org yaptığı en iyi enstrümanlardan biri olarak kabul edilir.

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Yapılış zaman çizelgesi

  • 1160 Piskopos Maurice de Sully (Paris piskoposu) orijinal katedralin yıkım emrini verir.
  • 1163 Temel taşı koyulur - yapım başlar.
  • 1182 Apsis (Apse) ve koro bölümü tamamlanır.
  • 1196 Nave (bir kilisenin orta bölümü) tamamlanır. Piskopos de Sully ölür.
  • 1200 Batı Façade'de çalışma başlar.
  • 1225 Batı Façade tamamlanır.
  • 1250 Batı kuleleri ve Kuzey gül pencere tamamlanır.
  • 1250–1345 Geri kalan kısımlar tamamlanır.

  • 19/4/2007 - ROMANESK MİMARLIĞI

           

        St. Trophimekilisesi cephesi _Arles_1180 doayları

 

1066 yılında Normanların İngiltere'yi fethetmesiyle başlayan

mimari akım. İngiltere'de Norman üslubu, Avrupa'da ise Roman üslubu,Romanesk olarak adlandırılır. 9. yy dan başlayarak 12.yy ortalarına kadar etkinlik gösteren bir sanat akımıdır.

            O dönemde kilise ve manastırlar çevredeki tek taş binalardı. Savaşların olduğu bu dönemde tek taş bina olan kilise ve manastırlar, halk tarafından savaş zamanlarında sığınak olarak kullanılıyordu. Bu sebeple, güvenliği sağlamak amacıyla bu dönemde kilise ve manastırların duvarları kalın, uzun ve penceresiz yapılmıştır. Romanesk yapılara "kaba" denmesinin sebebi budur. Güvenlik için bir başka girişimse; ağaçla kapatılan kilise tavanlarının yerini tonoz almasıdır. Tonozun ağırlığını taşımak içinse köprü şeklinde kemerler kullanılmış, ama ayakların bu ağırlığı taşıyacak kadar kuvvetli olmaması nedeniyle kemerlere kaburga atılmış ve ortaya çıkan boşluk daha hafif şeylerle doldurulmuştur.

 

Romanesk sanat deyince ilk akla gelen, Ortaçağ’ın büyük manastır yapılarıdır. Bunlar, yalnız dinsel değil, sosyal ve kültürel etkinlikleri de içeren yapı kompleksleridir. Romanesk kiliseler ise kalın taş duvarları, masif kuleleri ve heybetli görünümleriyle kimi zaman bir şatoyu anımsatırlar. Romanesk mimarlık üslubuna Avrupa’nın değişik yörelerinde rastlanır. Ama en tipik ve anıtsal örnekler daha çok Almanya, Fransa ve İngiltere’de toplanmıştır.

 

Romanesk mimarinin en yaygın formu, çok nefli ve transeptli bazilikal formdur. Bu üsluptaki kiliselerde orta nef ile yan neflerin bağlantısı, 11. yüzyılda yapımına başlanan Speyer Katedrali’nde olduğu gibi masif ayaklara dayanan yuvarlak kemerlerle sağlanmıştır. Roma yapılarından alınan yarım daire biçimli yuvarlak kemer, Romanesk mimarinin en belirgin özelliklerinden biridir. Bu dönemde yapıların örtü biçimleri de değişmiştir. Erken dönemlerde kullanılan ahşap kirişli çatılar bu dönemde de kullanılmakla birlikte artık esas örtü biçimi, “tonoz” olmuştur. Yuvarlak kemerlerle dörtgen bölümlerin oluşturulduğu neflerin üzerini dilimli kubbeleri andıran çapraz tonozlar örtmektedir.

 

 

 

 
Yorum ( yok ) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

  • 19/4/2007 - OSMANLI BAROĞU

                                   NUR-U OSMANİYE CAMİSİ

 

Eminönü ilçesinde, Çemberlitaş Anıtı`nın kuzeybatısında, Kapalıçarşı girişindedir. Külliyenin yapımına Sultan I.Mahmut döneminde, 1749 yılında başlanmış, ancak onun ölümünden bir yıl sonra 1755’de tamamlanabilmiştir. Külliyenin mimarı Simeon Kalfa’dır. Külliye barok mimariyle yapılmış bir camii, medrese, imaret, kütüphane, türbe, çeşme ve sebil’den oluşur. Ayrıca çevresini saran bir kaç dükkan da külliyeye dahildir.

 

Nur-u osmaniye Camisi Osmanlı cami mimarisinde çok ayrıcalıklı, özel bir yere sahiptir. Özellikle üç boyutlu taş bezemeleriyle dünya mimarisinde bile eşi olmayan, tamamen özgün bir barok şaheseridir. Eteği 32 pencere ile çevrili tek bir kubbesi vardır. Cami 174 pencere ile aydınlanır. İç bezemelerinde en göze çarpan unsur kubbesinde ve duvarlarındaki hatlardır. İki şerefeli, iki minaresi vardır. Kurşun yerine taş alemler, ilk kez bu minarelerde kullanılmıştır.

 

Cami planında nur-u osmaniye’yi diğer camilerden ayıran özelliklerden biri mihrap çıkıntısının poligonal biçimidir. osmanlı camilerinde yapı içinde genellikle poligonal olan mihraplar, dışarıdan dikdörtgen bir niş içine yerleştirilirler. Mimar Sinan’dan bu yana mihrapları çıkıntılı çok yapı olmakla birlikte dışarıdan poligonal büyük cami mihrabı ilk kez burada yapılmıştır.

 

Caminin iç bezemesinde yazılar önemli bir yer tutar. caminin içinde en alt sıra pencereleri üzerindeki oval madalyonlar o çağın ünlü hattatlarının yazıları ile süslüdür. Bütün yapıya egemen olan kubbeli, kare, baldaken, etrafındaki kubbeler arasında büyük bir plastik etki ile yükselir.

Eğrisel kemerlerin “s” ve “c” gibi dönemin karakteristik eğrileri ile bitirilmesi ve bütün bunları çevreleyen barok profiller ve taş bezemeler, her öğenin sıkça yinelenmesi ile elde edilen barok özellikler külliyeyi dünya mimarisinde eşi olmayan kendine özgü bir barok yapıt haline getirir

 

Diğer Barok Camiler

Nur-u Osmaniye camisi dışında barok üslubun görüldüğü yapılar şunlardır

Laleli cami,Ortaköy cami, Nusretiye cami,Zeynep Sultan cami,Ayazma cami,Üsküdar Selimiye Cami,Beylerbeyi cami,Dolmabahçe sarayı

 

             LALELİ CAMİ

Laleli Cami 1760-1763 yılları arasında Osmanlı padişahı III. Mustafa tarafından inşa ettirilmiş ve bulunduğu semte adını vermiş olan bir camidir.

Caminin elemanları bir bodrum üzerindedir. Barok üslupta, kare ve mihrap çıkıntılıdır. Ana kubbe 8 sütuna oturur. Çevresi 6 yarım kubbeden oluşmuştur. Caminin mimarı Mehmed Tahir Ağa'dır

           ORTAKÖY CAMİ

İstanbul'da Boğaziçi’nde Beşiktaş ilçesinde, Ortaköy semtinde sahilde bulunan Barok tarzda bir camiidir.

Cami, Sultan Abdülmecit tarafından Mimar Nikogos Balyan’a 1853 yılında yaptırılmıştır. Oldukça zarif bir yapı olan cami Barok üslubundadır. Boğaziçi’nde eşsiz bir konuma yerleştirilmiştir. Bütün selatin camilerinde olduğu gibi harim ve hünkar bölümü olmak üzere iki kısımdan oluşur. Geniş ve yüksek pencereler Boğaz’ın değişken ışıklarını caminin içine taşıyacak biçimde düzenlenmiştir.

Merdivenle çıkılan yapının tek şerefeli iki minaresi vardır.Duvarları beyaz kesme taştan yapılmıştır.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

         

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 Nusretiye Cami

Beyoğlu`ya bağlı Tophane semtinde Meclis-i Mebusan Caddesi üzerindedir. Sultan II. Mahmut tarafından 1823-26 yılları arasında yaptırılmıştır. Mimar Krikor Amira Balyan’ın eseridir. Barok üslubundaki cami kesme taş ve mermerlerden yapılmıştır. İki şerefeli, zariflikleri ve incelikleriyle dikkat çeken iki minaresi vardır.

 

Zeynep Sultan Cami

1769 yılında III. Ahmed'in kızı Zeynep Âsime Sultan tarafından Ayazma Câmii'nin de mîmarı olan Mehmet Tâhir Ağa'ya yaptırılmış barok tarzındaki câmidir. Mîmârî tarzına bulunduğu mekan göz önüne alınarak karar verilmiştir. Bu özel tarzı ve yapımında kullanılan malzemeler nedeniyle Bizans kiliselerini anımsatır.

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Dolmabahçe Sarayı

Dolmabahçe Sarayı, Avrupa sanatı üslûplarının bir karışımı olarak 1843-1856 yılları arasında inşa edilmiştir. Sultan Abdülmecit’in mimarı Karabet Balyan’ın eseridir. Dolmabahçe Sarayı 3 katlı, simetrik planlıdır. 285 odası ve 43 salonu vardır.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 

 

 

 
Yorum ( yok ) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

  • 19/4/2007 - Nur-u osmaniye cami vaziyet planı

 

 
 
 
 
 
 
 




  • 19/4/2007 - AVRUPADA BAROK

                    

                                       Bernini- st andrea quirinale- 1658

BAROK sözcüğü portekizce barucca sözcüğünden gelir. Portekizcede garip biçimli eğri büğrü incilere verilen addır.

 

Barok üslubu 16. yy dolaylarında İtalya’da ortaya çıkmış, Avrupa’ya yayılmış ve 18.yy sonuna kadar sürmüştür.Mimarlık,heykel,müzik ve resimde  etkili olmuştur.

 

Barok sanatı Rönesans ve Reform hareketine tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu sebeple de kaynağını Roma ve Papalık çevresinden alır.

 

Kaybedilen din duygusunun yeniden kazanılmasını hedefler.

Rönesans’a hakim olan geometrik ve sınırlı formlar,çizgisel renkler, ışıklarla dağıtılmış olan formların psikolojik etkinlik kaynağı olarak renk anlayışı hakim olmuştur. Kullanılan renklerde ışık ve gölge kullanımının denetimi altında derin bir duyarlılığa yönelmistir.

 

Barok mimarinin iki önemli temsilcisi Bernini ve Borrominidir.

 

Cortona,  Longhena, Rainaldi, Guarini, Juvarra da barok mimarlarındandır

 

Gian lorenzo Bernini, 1598'de Napoli'de doğmuştur. Barok stilinin yaratıcısı kabul edilir. Hemen hemen bütün sanat dallarında eseri vardır. 1680'de Roma'da ölmüştür.

St. Andrea quirinale,piazza of st peter's onun tarafından tasarlanmış. Yine Vatikan'da st. tereza ve piazza navona'daki iki cesme de bernini'nin eserlerindendir.

Francesco Borromini Lombardia eyaletinde doğmuş ve 1599-1667 yılları arasında yaşamıştır.  Mimar olan babasından etkilenmiştir. 1621 yılında Roma'ya taşınarak barok mimariye el atmıştır, ancak hayatı boyunca Bernini'nin gölgesinde kalmıştır.1667’de

intihar etmiştir.

Buna rağmen mükemmel eserler yaratan Borromini'nin en önemli yapıtları st. Agnese,sant'ivo della sapienza (roma), ve yine Roma'da bulunan san carlo alle quattro fontanedir.

Borromini-san carlo alle quatro fontane-1637

 

 

 

 
Yorum ( yok ) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

  • 12/4/2007 - Klasik Osmanlı Mimarisi

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

GİRİŞ

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Osmanlı sanatının Türk Sanat Tarihi içindeki tartışılmaz ayrıcalığı ilk kez onun, standart ve uyumlu bir üslup geliştirmiş olmasından ileri gelir.

 

Horasan’dan Filibe’ye kadar uzanan kuşakta etkili olan Osmanlı Mimari Sanatı zaman içinde büyük değişimler geçirmiş ve kendini bu değişimlerden, hakim olduğu topraklar üzerinde gelmiş geçmiş tüm kültürlerin sentezini yaparak yaratmıştı. Elbette bu süre içinde belli dönemlerde bazı kültürlerden daha fazla etkilenmiş ve bu kültürlerin sanat anlayışlarını eserlerinde daha fazla yansıtmıştı.Osmanlı Mimarisi’nin 14.yy dan 20.yy.ın başlarına kadar uzanan etkinlik süreci bu nedenle üç bölümde incelenmektedir:

·Erken dönem(14.yy-15.yy)

·Klasik Dönem(15.yy-17.yy)

·Batılılaşma Dönemi(17.yy-19.yy)

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

        

Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde etkili olan Erken Dönem Mimarisi İznik, Bursa ve Edirne yapıları tarafından temsil edilir.Bunların ilk örnekleri İznik’te bulunur.İkinci payitaht Bursa ise gerek devletin ilk anıtsal taş yapılarını bulundurması gerekse Erken dönem Mimarisi’ne damgasını vurmuş “Bursa Üslubu“nun doğduğu yer olması nedeniyle büyük bir öneme sahiptir.14.yy.ın ikinci yarısında devletin merkezi olan Edirne ise bir cami ve medreseler kentidir.

         Erken Dönem Mimarisi özellikle taş işçiliği bakımından Selçuk Sanatı’nın izlerini taşır.Fakat Bu dönem eserlerini Selçuklu Sanatı’nın taklitleri olarak kabul etmemek gerekir: Erken Dönemde klasik anlayışın ve özgün Osmanlı sanatının ilk temelleri atılmış;kubbe geleneği ortaya çıkıp gelişmiştir.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

        

Klasik Dönem Mimarisi ise üç yüzyıllık geniş bir dönemde,imparatorluğun bütününde  etkili olmuş;en parlak örneklerini ise İstanbul’da vermiştir.Bu dönem mimarisinin baş yaratıları,dini ve kamusal yapılardır.Özel mülkiyet anlayışı olmadığından sivil mimariye ait yapılara pek rastlanmaz.Kamusal ve dinsel işleve sahip olmayan ilk ürünler dönemin sonlarında ,batı etkisinin gelişiyle verilmiştir.Bu dönem, Erken Dönemin mirasçısı olarak kubbe geleneğini sürdürmüş,Erken Dönemin sonlarında ortaya çıkan merkezi plan şemasını geliştirerek onu anıtsal ölçülere kavuşturmuştur.Bir çokları Osmanlı Klasik Anlayışının karakteristik özelliği olan ;ana kubbeyi yarım kubbelerle mümkün olduğunca genişletme çabasının Ayasofya’ dan etkilenilmesi sonucu ortaya çıktığını iddia ederler.

 

İmparatorluğun duraklama dönemine girdiği 17.yy. sonlarında ve bunu takip eden gerileme döneminde Osmanlı devlet adamları ve aydınları arasında reform arayışları baş gösterdi; fakat bu arayışlar daha çok Avrupa’nın idari ve kültürel açılardan taklit edilmesi şeklinde gelişti. Mimaride batılı üsluplar benimsenmeye başladı.Böylece 18.yy.dan sonra Klasik dönem eserlerine rastlanmadı,sivil mimari önem kazandı.

 

 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

BÖLÜM 1:KLASİK OSMANLI MİMARİSİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ

A.Klasik Anlayış

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u alıp Osmanlı’yı doğu ve batının birleştiği noktaya kadar genişletmesiyle devlet yönetiminde doğu ve batıyı kucaklamak isteyen bir politika önem kazandı.Bu sentez arayışı kültür-sanata da yansıdı.Doğulu kaynakların yanı sıra batılı kaynaklardan da-yalnız burada batı olarak kastedilen Bizans’tır;Avrupa değil-beslenmeye başlandı.Bu durumun ilk örneğini ,Selimiye Camii’nin yapılışına kadar aşılamayacak bir şaheser olarak kabul edilen Ayasofya Kilisesi’nin incelenmesi oluşturur. Bu inceleme

gerek estetik gerek teknik açıdan Osmanlı kubbe mimarisinin gelişimini hızlandırmıştır.

         Birçokları tarafından 16.yy. Osmanlı’nın en parlak dönemi kabul edilir.Siyasi alandaki getirileri açısından bu yargının ne derece doğru olduğu tartışılabilir;fakat sanatsal açıdan özgün Osmanlı Mimarisinin en olgun devrini 16.yy. de yaşamış olduğu su götürmez bir gerçektir.Bu durumun temel sebepleri şöyle sıralanabilir:

a-Sınırların büyük bir hızla genişlemesine paralel olarak imar faaliyetleri hız kazandı böylece mimaride büyük gelişim yaşandı.

b-16.yy.da çağını en büyük güçlerinden biri haline gelen Osmanlı buna paralel olarak kültürel alanda da en olgun devrini yaşadı.Kendisinden önceki kültürleri sentezlemeyi tamamlayarak kendi kültürünü oluşturdu.

c-Devletin ekonomik açıdan oldukça güçlü olmasıyla sanatsal çalışmalar desteklendi.Büyük binaların yapılması mimariyi gelişmesi için hem zorladı hem teşvik etti.

d-Özellikle mimari alanda bir birini izleyen anıtsal nitelikli yapılar gözden geçirildiğinde bu dönem deki sanatsal üslupta sultanın ne kadar etkili olduğu ortaya çıkar.Sultanlar Osmanlı Devletinin büyüklüğüne uygun,onu mimari alanda simgeleştirecek özelliklere sahip eserlerin yapılmasına ön ayak oldular.Bu simgesel eserlerle sultanlar tanrıya bağlılıklarını bildirirken bir yandan kendi varlıklarını duyuruyorlardı(bu durumun kanıtı kamusal işlevi olmasına rağmen külliyelerin onu yaptıran sultanın varlığıyla özdeşleşmesi,bu yapıların o sultanın adını taşımasıdır).Bu soylu ve yüce amaca uygun olarak mimari de şaheserler yaratmalıydı. Dönemin ileri gelenlerinin de hünkarın yolunu izlemesi mimarinin gelişimini hızlandırdı. Klasik estetik doruk noktasına ulaştı.

         Klasik Osmanlı Mimarisi gündelik hayatın gereksinimlerini karşılayacak yapılarda ifadesini bulur.Yani diğer bir değişle klasik anlayış değişen çağla beraber değişen gündelik yaşamın ihtiyaçlarını erken dönem sanatının karşılayamaması üzerine ortaya çıkmıştır.Bu özelliğinden dolayı klasik Osmanlı mimarisinde yapının en önemli özelliği işlevselliğidir. Mimarın amacı ise işlevselliği kapatmayacak ölçüde sanatsal yönü de olan yapılar ortaya koyabilmektir.Böylece Klasik Dönem yapılarında abartıdan uzak duruldu,sade ve dengeli kompozisyonlar oluşturulmaya çalışıldı.

         15.yy.dan 16.yy.a kadar uzan dönemde (mimari halkın ihtiyaçlarına yanıt veren bir araç olarak ele alınması ve özel mülkiyet kavramının var olmaması nedeniyle)

kamusal yapılar ön plana çıktı.Bulunduğu yerde ,halkın tüm gereksinimlerine yanıt verecek bir yapılar topluluğu olan külliyelerin inşası hız kazandı.Böylece hem kentleşme kontrol altına alınmış oluyor hem de devlet sosyal yükümlüklerini bir kerede yerine getirmiş oluyordu. Ayrıca bu yapılar vakıflar arayıcılığı ile yönetildiğinden hem devlete yük olmuyor hem de yapıyı yaptıran bina üzerinde bir hak iddia edemiyordu. Böylece de binalar tamamen halkın kullanımına açık oluyordu.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

        

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

B.Klasik Mimarinin Tarihsel Gelişimi

Osmanlı Mimarisi bir çok alanda mirasçısı olduğu Selçuklular’ dan mimari alanda ayrılır.Osmanlılar ve arasında görülen en büyük fark Selçuklular’ın süslemeyi yani biçimselliği Osmanlılar’ ınsa mekan kullanımı yani işlevselliği ön plana çıkarmış olmasıdır.Ayrıca Osmanlılar’ da dini mimariye daha çok önem verildiği görülür.Bu farklılıklarına karşın Osmanlılar özellikle erken dönemde Selçuklu sanatından etkilenmişlerdir.Örneğin Osmanlılar Selçuklu bezemelerini kullanmışlar fakat onları biraz sadeleştirmişlerdir.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Erken Dönem Mimarisi:

·         Bursa okulunun tek kubbeli yapılarıyla başlayıp Edirne okulunun çift yada çok kubbeli yapılarıyla devam eden bir dönemdir.Bursa okulunun etkisinin daha baskın olduğu görülür.

·         Bu dönem mimarlarının temel arayışı aydınlık ve ferah mekanlar yaratmaktır.

·         Topkapı sarayı,Çinili Köşk,İlk Fatih Camii bu dönem mimarisinin en iyi örnekleridir.

·         Devrin sonunda inşa edilen Üçşerefeli  Camii planı açısından Osmanlı Klasik Mimarisine ilk adım sayılır:İç avlulu plan tasarımı  ve ana kubbe anlayışının oluşturulması Klasik Anlayışın gelişinin işaretleridir.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Klasik Dönem

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

15-16.yy.:

·         Bu dönem Osmanlı mimarları camii mimarisinin özelliklerini belirlemeye çalıştılar.Ayrıca merkezi plan sorunun nasıl çözüleceği sorusuna yanıt aradılar.

·         Bu dönem mimarlarının baş amacı her yönden ve herkes tarafından görülebilecek kadar yüksek ve heybetli yapılar yaratmaktı.

·         Bu Dönem camilerinde kubbeli ve yan kubbeli bir örtü sistemi kullanıldı.Bu tavan dörtlü filayak sistemi ile dengelendi.Yukarıdan aşağı genişleyen bir kütle kompozisyonu (prizma biçimli yapılarla hiyerarşik ,basamaklı bir görünüm) tasarlandı.Ana kütle ve kubbe arasında daha uyumlu bir geçiş yapabilmek için kubbe kasnağı sınırlı yükseklikte tutuldu:Bu dönem yapılarında kullanıla kubbeler tam yarı küre şeklinde değildi.(Selatin camilerde)  Minare sayısıysa iki veya dörttü.

·         Bu dönemde kullanılan yapı malzemeleri küfeki taşı ve mermerdi.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

16-17.yy.(Sinan Dönemi)

·         İmparatorluğun ekonomik alandaki refahını yansıtan büyük boyutlu eserler yapıldı.

·         Şehircilik çalışmaları önem kazandı.

·         Mimari elemanların ölçüleri ve kompozisyonları yeniden düzenlendi.:Ana kubbe genişletildi;yan mekanlar kullanışlı hale getirildi;filayak sayısı altı ve sekize çıkarıldı.

·         Yapı malzemelerinde yalınlık ön plana çıktı.Ayrıca renkli taşlar da yapılarda kullanılmaya başlandı.

·         17.yy. da ,16.yy.ın etkileri görüldü.Batı etkisi henüz kuvvetli olmadığından bu dönemde Osmanlı kendi kaynakları açısından kısırlaşmamıştı,hala özgün eserler verebiliyordu..Fakat Osmanlı’nın duraklama dönemine girişi,iç karışıklıklar,ekonomik sıkıntılar mimaride büyük atılımlar gerçekleştirecek büyük boyutlu yapıların inşasını engelledi.Bu nedenle bu dönemde İmparatorluğun büyüklüğünün anısını yaşatacak eserlerle yetinildi. Özetle mimari de devletle birlikte duraklama dönemine girdi.

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Batılılaşma Dönemi

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

18.yy(Lale Devri):

·         18.yy.da Lale Devri ile Osmanlı mimarisinde önemli değişiklikler yaşandı.Batılı yaşam tarzının benimsenmesiyle mimaride de batı etkisi hissedilmeye başlandı.Batılı üsluplar tercih edilmeye başlandı.Bunun sonucunda Klasik Osmanlı mimarisinin etki alanı daraldı,bir süre sonra da klasik anlatış yerin tamamen batılı üsluplara bıraktı.

·                     Sadrazam Nevşehirli Damat  İbrahim Paşa özellikle Paris ve Viyana’dan getirttiği projelerle İstanbul’un imarına el attı:Haliç ve Kağıthane Dersi gezinti yerleri haline getirildi.Kağıthane’de padişah için Sadabad Kasrı inşa edildi ve etrafı lale bahçeleriyle bezendi.Batılı tarzdaki binaların yöneticiler tarafından da benimsenmesiyle varlıklı kesimler arasında lale yetiştirme ve köşk yaptırma modası başladı.Böylece deniz kenarındaki semtler moda oldu:Üsküdar,Beylerbeyi, Bebek,Fındıklı, Alibeyköy , ve Topkapı...

·         Köşk modası cami mimarisinde de etkili oldu :”Yalı camii”denen deniz kıyısı camileri yapılmaya başlandı.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

19.yy(Tanzimat Dönemi):

·   Tanzimat ile birlikte batılılaşma hareketleri daha da hızlandı.Tamamen barok ,rokoko,neogotik ve amper üslupları etkin oldu.

·   Şehir yeni alanlara doğru genişlemeye başladı.Boğaziçi ve Sarıyer’e iskan arttı.Ayrıca alt yapı ve kent hizmetleri gelişti:Haliç’e köprü kuruldu;tünel(metro),atlı tramvay,Şirket-i Hayriye(deniz taşımacılığı yapan bir şirket) açıldı.Külliyelerden bağımsız ilk hastane (Vakıf Gureba Hastanesi) hizmet vermeye başladı.

·   Batılı yaşam tarzının orta kesimler tarafından da benimsenmesiyle lüks tüketim arttı.Mobilyalar evlere girdi ve böylece binalar buna uygun yapılmaya başlandı.Aynı zamanda yazlık ve kışlık adeti başladı ve bu nedenle ev fiyatları arttı..Suriçi ve Beyoğlu kışlık ,Boğaz ,Kadıköy ve Adalar ise en gözde yazlık semtler arasındaydı.Kentin yerleşim dokusu değişmişti.

·   Mimari kamusal alanda hizmet vermeyi bırakıp bireye hizmet etmeye başladı.

·   Bu dönemin en önemli camileri Nuruosmaniye Camii,Dolmabahçe Camii,Aksaray Valide Camii ve Nusretiye Camiidir.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

BÖLÜM 2:MİMARLIK VE USTALIK

A.Mimarlığa Yaklaşım

Osmanlı insanı dinin etkisiyle her şeyin kendisine tanrı tarafından kusursuz verildiğine inanır.Ona göre insana düşen tanrının yarattığı parçaları doğru şekilde Osmanlı toplumunun bir ferdi olan mimar da bu anlayıştan soyutlanamaz.Dolayısıyla mimar miri toprak düzeninin ve dini inancının  yarattığı durallığı taşıyan ürünler verecek ,mimariyi bir kompozisyon sanatı olarak görecektir.Bu nedenle Osmanlı klasik mimarisinde yeni formlar yaratma amaçlı bir çalışma görülmez.Örneğin birkaç çeşit kubbe ,pencere vardır;mimar bunları bir legonun parçaları gibi birleştirir.Osmanlı mimarının yaratıçılığı ve becerisi ,mazmunları ve ses kalıplarını birleştirip “söz legoları”ndan şiir yaratan şair gibi parçaları ne derece doğru (uyumlu, göz okşayıcı  ve işlevine uygun) birleştirebildiğiyle ölçülür.

Her şair dili bilir ama o dilin sözcüklerini art arda dizmekteki becerisidir şairin başarısını yaratan.Mimar için de durum aynıdır:mimarın elinde bir pencere vardır;şekli şemali bellidir yada caminin tepesinin kubbe ile kapatılacağı; minarenin ince, uzun, ve sivri olacağı;caminin iç mekanının kare biçimde olacağı açıktır ama kaç pencerenin nasıl sıralanacağını belirlemek ,kubbelerin nasıl dağılacağını tasarlamak mimarın teknik hakimiyet,sanatsal yetkinlik ve yaratıcılığına bakar.Sonunda Sultanahmet Camii’ndeki gibi mekan çiğ ışığa da boğulabilir; ışık Süleymaniye Camii’ndeki kutsallık duygusunu arttıran bir elemana da dönüşebilir.

Elbette mimar ve edebiyatçıyı eş saymak olanaklı değil.Kullandıkları araçların (söz ve taş) farklılığından çok hitap ettikleri kesimlerin farklılığından kaynaklanır bu: Her şeyden önce mimari yüzünü halka dönmüştür;divan şairi* ise saraya.Birinin amacı işlevsel olmaktır diğerinin ki ise biçimsel mükemmeliğe ulaşmak.Diğer bir farkta biçimsel alanda görülür:mimari yalındır ,edebiyat ise süse boğulmuştur.

Osmanlıda mühendis yoktur; bu görevi mimar üstlenmiştir.Bu nedenle mimarın ustalığının bir diğer ölçütü onun araziyi doğru kullanabilme becerisi,teknik birikimi ve hassasiyetidir(Klasik dönem eserleri değerlendirilirken teknik açıdan da değerlendirilmelidir). Örneğin Mimar Sinan Osmanlı tarihinin herkesçe bilinen tek mimarıdır çünkü o hem mühendis hem mimar olarak kusursuz denecek binalar yaratmıştır.Bu nedenle Sinan’ın eserleri Klasik dönem anlayışın çok iyi yansıtır.

Elbette Osmanlı mimarları sadece teknik eleman veya kompozisyoncu değillerdi.Her ne kadar biçimler belli olsa da her mimar eserinde farklı anlatım yolları ve teknikler denerdi.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

B.Mimarların Yetişmesi ve Örgüt Düzeni

Klasik Osmanlı Mimarisi 15-18.yy.lar arasında oldukça geniş bir alanda etkin oldu.İmparatorluğun her yerine yayılan bu mimari anlayış ilk ağızda tüm yapıların aynı mimari kurum tarafından yapıldığı izlenimini verir.Oysa Osmanlı’nın çok kültürlü yapısı ve geniş toprakları göz önüne alındığında bunun imkansız olduğu anlaşılır.Belgelerden ülke genelinde imar faaliyetlerini denetleyen ve organize eden altı mesleki kuruluş bir de ek olarak bir teşkilatın var olduğu anlaşılmaktadır.Bu teşkilatlar doğrudan yada dolaylı olarak merkeze bağlıdırlar.

  1. Ehl-i Hiref Teşkilatı:Ehl-i Hiref sanat sahibi esnaf anlamına gelir.Teknik yönü ağır basan ve özel uzmanlaşma isteyen işlerle(süsleme, bezeme...) uğraşanların teşkilatıydı.Bu teşkilat çeşitli zanaatlara ait bölükler halinde örgütlenirdi.Devşirmeler arasında yetenekli olanların alınıp yetiştirilmesi yada kendi dallarında becerilerini kanıtlayanların kaydedilmesi yoluyla kuruma insan kazandırılırdı.Örgüt üyeleri sarayın ihtiyaçlarını karşılamak ve padişahın yaptırdığı mimari eserleri süslemekle yükümlüdürler.Saraya bağlı bir teşkilat olduğu için üyeler ulufe alırlar.Buna karşın atölyeleri saray dışında bulunur.

Örgüt çok sayıda zanaat kolunu içerdiğinden yaratılmasına katkıda bulunduğu yada benimsediği başkent üslubunu ülkenin her yanına yayabilmekteydi.

  1. Hassa Mimarları Ocağı:Anadolu Selçukluları;Beylikler ve Erken Osmanlı Döneminde düzenli bir mimarlık örgütü bulunmuyordu.Oysa Fatih’in İstanbul’u dünya başkenti yapma tutkusu ,hızla gelişen ve büyüyen devlet ciddi ve kapsamlı bir mimarlık örgütünün varlığını zorunlu kılıyordu.Bu ihtiyacı karşılamak için önce Hassa Mimarlık Ocağı kuruldu ve ardından ocağın alt kuruluşları olacak taşra teşkilatlarının düzenlenmesine geçildi.Devletin ocağa sunduğu imkanlar v mimari alanda yaptığı yatırımlar artıkça ocak da kendini geliştirdi ve klasik üslubun ilk basamaklarına ulaşıldı.1538’den sonra ocağın başına getirilen Mimar Sinan'ın çalışmaları sonucu kuramsal ve uygulamalı dersleriyle(resim,menazır,hesap,hendese=geometri,mimarlık dersleri) ocak bir okul niteliği kazandı ve 16.yy.da gelişmesini tamamlayarak kendine bağlı alt birimler olan taşra teşkilatları sayesinde tüm mimari faaliyetler üzerinde etkili oldu.

Hassa Mimarları Ocağı sarayın Birun (dış hizmetler) örgütü içinde yer alan şehr’ emaneti (belediye) örgütüne bağlı yarı askeri bir ocaktı; Topkapı sarayı içindeki Sepetçiler Kasrı’nda eğitim veriyordu.Ocak içinde hiyerarşik bir düzenleme vardı:Yeniçeri Ocağından seçilen yetenekli gençler veya saraya bağlı bazı sanatçılar  usta-çırak ilişkisi içinde eğitim görürlerdi.Ayrıca öğrenciler mimarlık dışında en az bir sanat daha öğrenmek zorundaydılar.Ocak içinde bu ek zanaata ,deneyimlerine ve yönetimsel kadrodaki yerlerine göre sınıflandırılırlardı.

Hassa mimarlarının görevleri şunlardı:

    • Kamuya ait tüm yapıların planların yapmak, keşif bedellerini denetlemek , yapım işlerini yürütmek, onarımlarını yapmak veya yaptırmak
    • Askeri yapıların yapım ve onarımı, askeri yolları açılması ve tamiri,köprülerin yapımı, konaklama yerlerinin ve menzillerin düzenlenmesi ile ilgilenmek
    • Saray dışından kimselerin yaptırmak istediği yapıların planlarını yapmak veya incelemek;bu yapıların malzeme ve inşaat hesaplarıyla ilgilenmek,binalara yapım izni vermek
    • Şehre gelen inşaat malzemelerinin kalitesini ve bunları satan dükkanları ;sıvacı,duvarcı ve marangozların ehliyetlerini denetlemek
    • Tüm vakıfların tamirat ve onarımını üstlenmek ve bunların yapım-onarım masraflarını onaylamak
    • Donanmanın ihtiyacı olan kereste,seren vb. malzemeyi zamanında hazırlamak
  1. Ordu Mimarları:Hassa mimarları ocağı içinden seçilip askeri mimarlık işlerinde uzmanlaşan kişilerden oluşur.Savaş zamanında orduyla sefer çıkar,ordunun geçeceği köprüleri kurar,alınan savunma yapılarını(kale vb.) onarırlardı.Barış zamanında sınırlar üzerindeki askeri yolların keşif ve onarımı yada yenilerinin yapıyla görevlendirilirlerdi.
  2. Eyalet mimarları:Genellikle Hassa mimarları ocağında yetişmiş tımar sahibi kişilerden oluşurdu.Bunlar gittikleri yerlerde sürekli hizmet ederlerdi:bulundukları eyaletin inşaat esnafı ve işçileriyle eyalet sınırlarında yer alan savunma yapılarını onartır ve güçlendirirlerdi
  3. Bölge Mimarları:Hassa mimarlarına vekaleten belli bir bölgenin toplu yerleşme birimlerindeki inşaat işlerini düzenlemekle yükümlüdürler.16.yy.ın başında görevleri çok fazlayken daha sonraları kent mimarlarının kurulmasıyla işleri, kolaylaşmıştır.
  4. Kent Mimarları:Şehirleşmeler sonucu devletin kent ölçeğindeki bir çok yerleşme biriminde inşaat malzemelerinin kalitesi ve fiyatlarıyla yapıların denetlenip düzenlenmesi ihtiyacı doğmuştu.Teşkilat bu ihtiyacı karşılamak üzere kuruldu.Kent mimarı unvanı babadan oğla geçerdi.
  5. Vakıf Mimarları:Külliye niteliğindeki yapıların arasından sorumlusu olduklarının bakım ve onarımı ile ilgilenirlerdi. Maaşları vakfın tahsisatından karşılanırdı.Görev yapabilmek için ustalıklarını kanıtlayan ehliyeti hassa mimarlarına onaylatmak zorundaydılar.Vakıf Mimarlığı kişi ölünceye dek süren bir görevdi v e bu kişiler kent mimarları arasından seçilirdi.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

C.Önemli Mimarlar

  1. Mimar Hayreddin(15.-16.yy.):II.Mehmet ve II.Bayezit dönemleri arasında yaşadı.Edirne’deki II.Bayezit külliyesinin mimarı,klasik Osmanlı Mimari geleneğinin öncüsüdür.Sinan’ın ustasıdır.
  2. Mimar Sinan:Kayserili Hıristiyan bir ailenin çocuğudur.Devşirme yolu ile yeniçeri ocağına alınmış ,yeteneğiyle dikkat çekmiş ve 48 yaşındayken mimarbaşılığa getirilmiştir.
  3. Davut Ağa(?-1598):Sinan’ın öğrencisidir.Onun ölümünden sonra mimar başı oldu,III.Murat ve III.Mehmet dönemleri boyunca bu görevde kaldı.Eserlerinden en önemlileri Sarayburnu’ndaki Sepetçiler Kasrı  ve İncili köşk ile Sultanahmet Külliyesi içindeki III:Murat Türbesi’dir.Yeni Camii’nin inşasına başladıktan bir ay sonra vebadan ölmüştür.
  4. Dalgıç Mehmet Ağa(?-1608):Davut Ağa’ nın ölümünden sonra mimarbaşı oldu. Yeni Camii’ yi tamamladı.III:Murat Türbesi’ni tamamladı.
  5. Sedefkar Mehmet Ağa(?-1618):Sinan’nın öğrencisi olup Dalgıç Mehmet Ağa’ dan sonra mimarbaşı oldu. İstanbul’dan götürdüğü yapı ustalarıyla birlikte Mekke’de Kabe’yi Medine’de Mescid-i Nebevi’ yi onardı.Sultanahmet Camii ve Külliyesi’ni yaptı.
  6. Kasım Ağa(1570-1660):Arnavut kökenlidir.Üsküdar’daki, çinileriyle ünlü Çinili Külliye’ yi yaptı.Davut Ağanın yaptığı Sepetçiler Kasrı’nı genişletti.Saray entrikalarına(Sultan İbrahim entrikaları)azledilerek boğduruldu.Böylece Mimarbaşının eceliyle ölünceye dek görevde kalması geleneği bozuldu.
  7. Mehmet Tahir Ağa(18.yy.):III.Mustafa ve I.Abdülhamit zamanında mimarbaşlık yaptı.Fatih Camii’ni yeniledi.I:Abdülhamit adına Hamidiyye Külliyesi’ni (Bahçekapı)inşa etti. III.Mustafa adına yaptığı Laleli camii batılı etkilerle klasik Osmanlı sanatının birleşimi olup doğacak batılılaşma hareketinin habercisidir.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

BÖLÜM 3:YAPILAR

A.Yapıların Genel Özellikleri

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

1-sadelik ve işlevsellik:

2-merkeziyetçilik ve teklik:Klasik dönemde sanat tekliği vurguladı.Bu özellikle camilerin örtü sisteminin ortada büyük bir kubbe ve onu çevreleyen yan kubbeler şeklinde tasarlanması ve tek odalı mekanlar yaratılması olarak kendini gösterdi.Bu durum iki şekilde yorumlanabilir:Birincisi bu anlayışın tanrının,Osmanlı’nın ve sultanın eşsizliğini,biricikliğini simgelemesidir.İkinci ise duruma tasavvufi açıdan yaklaşır;tekliğin öne çıkarılmasının nedenin ikilikten kurtulup vahdet-i vücuda karışma isteği olduğunu söyler.

Aslında merkeziyetçilik kendini daha dolaylı yoldan mimari örgütlenmeye bağlı olarak sanat anlayışında göstermiştir.Sultanın o dönemki mutlak gücüne bağlı olarak sanat saray merkezli gelişmiş ve tüm mimari faaliyetlerin denetimi saraya bağlı mimarlık örgütü Hassa Mimar Ocağı’nın elinde bulunduğu için imparatorluğun her yerinde saray üslubu hakim olmuştur; bütün yapılar merkezin belirlediği şekilde inşa edilmiştir.

3-egemenlik:Yapıların tasarımı sırasında yapının geniş bir alana egemen olmasına(her yerden görülebilmesi vb.)dikkat edilirdi.

4-çevreyle uyum:Binaların üzerinde inşa edildiği araziye ile uyum içinde olması ve arazinin amacına uygun olması dikkat edile başka bir özelliktir.

5-hiyerarşi, simetri, denge:Kompozisyonlarda estetik görüntü elde etmek için simetriye ( elemanların dengeli dağılımına) dağılımına baş vuruldu.Hiyerarşik düzenleme ise kütle kompozisyonunda kendini gösterdi:Aşağı doğru genişleyerek inen kütle kompozisyonu basamaklı,uyum sağlayan görünümü , simgesel anlamı ve görüntüye hareket kazandırması nedeniyle tercih edildi.Bu hiyerarşik mimari tanrı-sultan-tebaa ilişkisinin temsil edilişi olarak yorumlanabilir.Bu görüntü camilerde köşelerde kullanılan minarelerle dengelendi.

6-kubbeli örtü sistemi:Yapıların dış görünüşünü karakterize eden elemanlar yarım küreyi andıran kubbeler ve düzgün kesme taştan yapılmış prizmatik bina gövdeleridir.Plan nasıl olursa olsun alt kütleyi örten tek veya çok (art arda iki eş kubbe veya ortada büyük  kenarlarda küçük yarı ve tam kubbeler) kubbeli tavanlar kullanılır.Kubbe binaya derinlik kazandırdığı; basıklığı değiştirilerek farklı iç mekanlar yaratılmasına izin verdiği; mekanı genişlettikleri;alt kütlenin hantal görüntüsünü yumuşattığı ve simgesel anlam taşıdığı için çok tercih edildi.Hiçbir örtü sistemi onun yerini tutamadı.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

B.Sinan Üslubu

Osmanlı‘nın en ünlü mimarı Mimar Sinan’dır.Oysa Sinan herhangi bir buluşa imza atmamıştır.Misal,klasik anlayışın ortaya çıktığı ilk yapı olan II.Bayezit Camii onun eseri değildir.Ayrıca Sinan’ın yapılarında kullandığı kubbe,yarım kubbe,birkaç şerefeli minareler, kemerler, tonozlar ondan önce defalarca uygulanmıştır.Sinan’ın büyüklüğü mimari geleneğin zengin birikimini yeniden ele alıp yeni boyutlar ve oranlarla farklı bir estetiğe ulaşmak için çabalarken elde ettiği başarıdan kaynaklanır.O,ölçü ve oranlar üzerinde çalışarak klasik mimarinin temel doğrularını ortaya koymuş ,böylece “Sinan Okulu denen kavram ortaya çıkmıştır.Sinan okulunun en önemli özellikleri şunlardır:

1-Yapının işlevine ve üzerinde inşa edileceği araziye en uygun olan planın tercih edilmesi

2-Yatay ve düşey doğrultuda gözü rahatsız etmeyecek bir kütle kompozisyonuna gidilmesi,hantallık ve sert geçişlerin önüne geçilmeye çalışılması

3-Yapı elemanlarının büyüklüklerinin bir tam sayının katları olmasına dikkat edilmesi

4-Abartılı veya detaycı süslemelerden kaçınılması,bunun yerine teknik işlerde titiz ve detaycı olunması

5-Kubbe tasarımının sürekli geliştirilmesi

6-Yapı elemanlarının çok işlevli kullanımı(örneğin Sinan’ın eserlerinde kubbeye geçiş elemanı olarak kullanılan mukarnasların statik-kubbeyi taşımak-,estetik-uyumlu geçiş sağlamak- ve akustik-sesin dağılmadan yansımasını sağlamak- işlevi vardır)

7-Kagir Karkas tekniğinin kullanılması(Bu ağırlığın kemerlere ve ayaklara verilmesini ,duvarlara hiç yük binmemesini sağlayan ,Sinan tarafından bulunmuş bir tekniktir.Böylece duvarlar yıkılsa bile kubbe ayakta kalacak;hem de duvarlar inceltilerek yapının görünümü zarifleştirilebilecektir.)

         Sinan üslubu klasik anlayışın standart çizgisini yansıtır.Klasik dönem boyunca Sinan üslubu korunmuştur.Bu mimaride farklı mimarların eserleri arasındaki fark onların değişik etnik kökenlerinden değil,ayrı dönemlerde yaşamalarından ileri gelir:köken farkı genel mimariyi farklı bir çizgiye çekmemiş,yerel bir çok yapıda bile saray üslubunun ağırlığı görülmüştür.Bu mimarların,devletin en ücra yerlerine kadar nüfuz edebilen örgüt düzeninden kaynaklanır.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

C.Klasik dönem Yapıları

Klasik Osmanlı mimarisinde ne cami,ne türbe,ne de mescit tek başına mevcut yapılar değildir.İnşa,şehircilik ve site anlayışına bağlıdır,bir birlik ifade eder.Camiinin yanı sıra imaret(fakirlere yardım eden sosyal yardım kurumu), medrese(lise ve üniversite), şifahane( hastane)ve bina topluluğunun yapıldığı yere göre kervansaray, hamam, çarşı, bedesten, arasta,

çeşme vb. yapılar birlikte  inşa edilir.Bu yapı topluluğuna külliye denir.

 

 

 

 

 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Yorum ( yok ) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

  • 12/4/2007 - Genel Olarak Gotik Sanat

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

GOTİK TARZI :
Batı ve Orta Avrupa'da resim, heykel, mimarlık ve müzik alanlarında XII. Yüzyıl'ın ortaların-
da Rönesans'a kadar süren sanat anlayışıdır. Büyüklük duygusu, canlı imgeler, zengin be-zemeler ve mistik dinsel coşku başlıca özellikleridir. Sivri kemerler ve ince payandalarla desteklenmiş kemerli çatılar gibi gotik mimarlık öğeleri Ortaçağ Katedrallerine yükseklik ve tanrıya ulaşma duygusuyla estetik incelik kazandırmıştır. Bu tarz, Rönesans'la birlikte baş-layan simetrik ve geometrik bezemelerle özelliğini ve yaygınlığını yitirmiştir
. (A.Timur Bilgic - Tarihsel Terimler Sözlügü)

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

gotik dönem

batı ve orta avrupa’da resim, heykel, mimarlık ve müzik alanlarında 12. yüzyılın ortalarında başlayarak bazı yörelerde 16. yüzyılın ortalarına değin süren, pek çok ürünün veridiği, son derece çeşitli bir dönemdir. gotik dönem, aslında ortaçağ’ın skolastik düşünce tarzının baskısı altında kalan sanat üslubunun biraz yumuşatılmışıdır. dinde kişisel gizemcilik sık sık vurgulanmaya başlandı. dinsel alanlarda da hala çalışmalar yapılırken din dışı alanlarda da çalışıldı. doğanın çeşitliliğine de kişisel yorumlar getirildi.

giotto ve duccio, dönemin örnek sanatçıları arasındadırlar
. (http://sozluk.sourtimes.org)

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

GOTİK SANATI

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Gotik sanatı, Roman sanatının sunduğu hayalgücü ve birikim üzerinde yükselmiştir. Bu sanattaki yapı ve düzen, dekorasyon, esin ve plastik anlayış tam anlamıyla yeni, "el değmemiş"tir. Roma Yunan'dan yararlanmış; Bizans Roma'dan ve Doğu'dan kaynaklanmış, Roman sanatı Doğu'nun, Bizans'ın, Barbarların ve Antikçağ'ın melez ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Rönesans ve modern sanatlar da mimarlık ve süsleme öğelerini Antikçağ'dan almıştı. Gotik sanatı ise Roman sanatının gelişimini köstekleyen köhneleşmiş formların kısıtlamalarını bir yana atarak doğadan yola çıktı. Gotik sanatı Roman sanatının sunduğu birikimden ve bakış açısından yararlanmasına karşın, Roman sanatının reddiyesi üzerinden kendini yaratmıştır. Gotik sanatçı da bu yaratıcı itkiyle her şeyi yeni baştan ele alma cesaretini gösterebilmiştir. Aydınlanmanın tohumları yavaş yavaş toprağa düşmektedir.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Rönesans döneminde İtalyanlar, Ortaçağ sanatını aşağılamak üzere "tedesco" diyorlar. Bunun Fransızcası "gotik". Gotik sanatı 12. yüzyılın ilk çeyreğinde Fransa'da ortaya çıktı, 13. yüzyılda olgunluk aşamasına ulaştı. Bundan sonra İngiltere'de hızlı bir gelişim gösterdi ve 13.-14. yüzyıllarda tüm Avrupa'da yayıldı. Rönesans'ın doğuşuyla beraber gerilemeye başladı ve giderek ortadan kayboldu.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Bu dönemde eski Galya bir krallık iktidarı altında merkezi ve güçlü bir devlet olmaya başlamıştı. Paris Üniversitesi'nde ders veren Aziz Thomas, dinsel dogma ve politik düşünce ile beraber inancın dünyevîleşmesini temsil ediyordu. Tüm bir toplumun ortak çabasının ürünü olan katedraller, somut olaylar dünyasının ve düşünce alanını egemenlik altına alan düzenin anıtsal ifadesiydi. Düşünce manastırdan üniversiteye, sanatsal girişimler başrahiplerden piskoposlara geçiyordu.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Roman sanatının kasvetli şatoları, Gotik dönemde saraylara dönüştürüldü. 15. yüzyılda ekonomik alanda öne çıkarak yeni bir sınıf oluşturan burjuvazinin gereksinimleri doğrultusunda, kent konutları olan konaklar ve villalar yapıldı. Gotik dönem, köprü, hastane, manastır, belediye binaları, adalet binaları, çarşılar gibi çeşitli yapılar ortaya koyarak gelişmiş bir toplumun büyük mimarlık gereksinimlerine cevap verdi. Politik iktidarın niteliğine uygun olarak Gotik sanat da merkezlerde yoğunlaştı, taşraya ancak örnek olabildi.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Gotik dönem insana yönelme konusunda bir adım daha attı. İnsana doğru atılan her adım, dinden biraz daha uzaklaşmak anlamına geliyordu ve insana ulaşmanın o dönemde dinden uzaklaşmaktan başka da yolu yoktu. Gerçekten de din, dogmalarını, ancak aklı reddederek kabul ettirebiliyordu. Aklı reddetmek ise insanı reddetmekti.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

12. yüzyılda teolojik bir kavram olan Meryem, 13. yüzyılda çocuğunu seven şefkatli bir ana haline gelmiştir. Roman yapılarının yüksek kapı alındıklarındaki çatık kaşlı İsa, Gotik yapılarda kemer payandalarına inmiş bir figür olarak inananları dinsel bir gülüşle selamlamaktadır. Bu dönemde tanrı da en yüce yargılayıcı olmaktan çıkarak insanlaşmıştır. Gotik dönemdeki süslemecilik Bizans'taki simgeciliğe karşılık ansiklopedik bir nitelik kazanmıştı. Örneğin Chartres Katedralindeki 8000 kabartma ve resim skolastik felsefeyi anlatıyordu.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Gotik sanatı, mantığı ve matematiği mimariye uygulayarak yapıları yükseltmenin yöntemini buldu. Yüzünü doğaya çevirerek akla yöneldi. Akla yönelmesinin bir sonucu olarak gotik sanatta bir sistem değil bir dünya yaratma vurgusu vardır. Nitekim katedral, birçok imgenin ve varlığın yaşama zemini bulduğu başlıbaşına bir dünyadır.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Bu dünya yaratma kurgusu, tamamlayıcı unsurlar olarak felsefe ve bilimin de önünü açmıştır. Bu akıl yürütmeyi ileride Descartes'ta göreceğiz.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Birbirlerini besleyerek ayrı kanallardan beslenen sanat, felsefe ve bilim gelişen ve karmaşıklaşan koşullara yanıt üreterek, yaşanabilir bir dünya kurgusunun esas bileşenleri olma niteliğini bugün de sürdürmektedir. (http://www.filozof.tripod.com/aydin4.html)

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Gotik Nedir ?


Gotik sözcüğü, herkeste genellikle güzel çağrışımlar uyandırır: katedraller, kiliseler, sivri kuleler, eski tarz bir dekorasyon. Oysa, bu sözcüğü ilk kez kullanan Rönesans dönemi İtalyan sanatçıları için Gotik terimi oldukça değişik bir anlam taşımış ve klâsik biçimlere karşı çıkan Kuzeyli barbarların, özellikle Cermen kökenli halkların kültürünü simgeleyen bir sözcük olarak geçerlik bulmuştur.


Gotik sözcüğü ilk önceleri Rönesans olgusunun dışında kalan tüm barbar kültürü ifade etmek için kullanılmıştı. Ancak sonradan, bu kültür daha iyi anlaşılıp, takdir edilmeye başlanınca daha dar bir anlamda, yalnızca mimari bir biçimi belirtmek amacıyla kullanılır oldu. Daha yakın dönemlerde ise, halk dilindeki anlamıyla, tümüyle dinsel yapılarla, özellikle katedraller ile bağdaştırılan bir terim haline geldi. “New English Dictionary” (Yeni İngilizce Sözlük) Gotik sözcüğü için şu tanımı vermektedir:


“Batı Avrupa’da XII. yüz yıldan XVI. yüz yıla kadar yaygın olan mimari stil için kullanılan terim. Stilin temel özelliği sivri kemerlerdir. Aynı zamanda mimari ayrıntılarda ve süslemede de uygulanmıştır”.


Aslında bu tanım yeterince kesin değildir. Mimarlık tarihi uzmanlarından bir çoğu, Gotik stilin temel özelliğinin sivri kemerler olduğunu kabul etmeyip, farklı kuramlar ileri sürebilirler. Ayrıca, Gotik stili yalnızca mimarlığa özgü olarak kullanmak da pek doğru değildir. Zira Gotik yalnız yapılar için değil; mobilyalar, giysiler, süslemeler, hatta mutfak aletleri ve davranış biçimleri için bile geçerli bir kavramdı. Ne var ki, günümüzde kilise yapılarının dışında Gotik stilden geriye hemen hiç bir şey kalmamıştır.


Konunun uzmanları, örneğin “Medieval Art” (Orta Çağ Sanatı) isimli eserinde Lethaby, Gotik stili tüm Orta Çağ sanatı ile özdeş tutmakta, üstelik renkli cam süslemelerini, el yazmalarını, şiirleri bile Gotik kapsamına sokmaktadır. Uzmanlar, XIX. yüz yılda De Caumont önderliğindeki arkeologlar tarafından Gotik sözcüğünün dar anlamda (yalnız mimarlık için) kullanılmaya başlandığını belirtmektedirler. Arthur Kingsley Porter, “Medieval Architecture” (Orta Çağ Mimarisi) adlı yapıtında Gotik sözcüğünün, Rönesans döneminde tüm Orta Çağ yapıları için uygulanan genel bir terim olduğunu, ancak XIX. yüz yılda De Caumont ve diğer arkeologlarca sivri kemerli yapıları “Romanesk” denilen yuvarlak kemerli yapılardan ayırabilmek için kullanılmaya başlandığını söylemektedir. Öte yandan, bazı yazarlar Gotik sözcüğünü kullanmaktan özellikle kaçınmışlardır. Örneğin Rickman “İngiliz Mimarisi”, Britton da “Hıristiyan Mimarisi” terimlerini tercih etmiţlerdir. “History of Freemasonry” (Masonluğun Tarihi) adlı kitabında Albert G. Mackey “Gotik Mimari, tam anlamıyla Masonluğun mimarisidir” demektedir.


Gotik ortaya çıkana dek Batı Avrupa’daki tüm yapı biçimlerinin temelini oluşturan “Romanesk” mimarlık oldukça basit bir ilkeye bağlıydı ve özünü eski bazilika inşaatlarından almıştı. Bu ilke, dört duvar üzerine oturtulan düz bir çatıdan ibaretti. Eğer çatı kubbeli ya da çıkıntılı olursa, yan ağırlıkları taşımaları için duvarların kalınlaştırılması gerekliydi. Bu nedenle, geniş iç mekânlar gerektiren büyük yapılarda duvarlar fazlasıyla kalın yapılıyordu. Duvarların yeterince sağlam olması için ise pencerelerin pek küçük olmaları gerekiyordu. Sonuç olarak, Romanesk yapılar bodur ve hantal görünümlü, iç mekânları karanlık ve hüzünlü yapılardı.


Gotik mimarlar, iç mekânlarda yeterli genişliği sağlayan sivri ve yüksek kemerler kullanarak, Romanesk yapıların uygunsuz koşullarından kurtulma çaresini bulmuşlardı. Üstelik kemerli payandalar kullanarak yan ağırlıkları desteklemesini de biliyorlardı. Bu sayede, duvarların üzerindeki büyük yük azaltılmış oluyordu. Açılan büyük pencereler ve kullanılan renkli camlar iç mekânların tatsız karanlığını ve hüznünü yok ediyordu. Zamanla, yapıyı oluşturan çeşitli öğeler; kemerler, payandalar, sütunlar ve duvarlar, tıpkı bir makinenin gerekli parçaları gibi, bütün halinde uyumlu bir sistem biçimine dönüştü. Yapının çeşitli öğelerini uyumlu bir biçimde örgütleyen bu bütüncül sistem Gotik stilin özünü ve Romanesk stilden ayrılmasını sağlayan ana niteliğini oluşturdu. Kemerler, payandalar, sütunlar gibi teknik özellikler stili belirlemede ikinci plana düştü.


Violet-le-Duc’ün ünlü Gotik tanımına göre; “tümüyle Romanesk stilden ayrı evrimleşmiş olan Gotik stilin ayırt edici özelliği, yapının tüm karakter ve görkeminin titizlikle örgütlenmiş ve içtenlikle uygulanmış bir sisteme bağlı olmasındadır”.


Moore’un tanımlamasına göre; “Gotik mimari kısaca, payandalar ve ayaklar tarafından taşınan bağımsız bir kemerler ağı ile bunların üzerine oturtulmuş bir çatının oluşturduğu bir yapı sistemidir. Yapının tüm dengesi, ağırlık ve karşı-ağırlıklar sayesinde sağlanmıştır. Tüm sistem, mimari koşullara ve sanatsal formlara uygun, konularını doğadan alan yontularla bezenmiţtir. Gotik, dinsel inanç ile esinlenmiş, ulusal ya da yöresel tutkularla uyarılmış laik zanaatkârların ürünü olan yaygın bir kilise mimarisidir”.


Moore, Gotik’in anahtarını payandalarda bulur. Diğer uzmanlar farklı kuramlar sunarlar. Porter’a göre temel nitelik kemerli çatıdır. Phillips sivri kemerlerin tüm sistemin özü olduğunu ileri sürer. Gould için, en üstün değer taş çatılardadır. Oysa Lethaby, Gotik stilin özünü bu tür teknik özelliklerden çok, yapının genel Orta Çağ karakterinde bulmaktadır.


Gotik Stili Kim Buldu ?


Gotik’in nerede ve ne zaman başladığı konusunda mimarlık tarihçileri arasında büyük görüş farklılıkları vardır. Gotik stili yaratma onurunu kendi ülkelerine mal etmeyi arzulayan İngiliz yazarlar, ilk örneğin Durham’da 1100 yılları civarında ortaya çıktığını ileri sürmektedirler. Oysa ayrıcasız olarak tüm Fransız yazarlar, Gotik’in başlangıcının Paris ve çevresinde gerçekleştiğini savunmakta ve ilk Gotik anıtın, yapımına 1140 yılında başlanan Saint Denis Manastır Kilisesi olduğunu söylemektedirler. Çağdaş yazarların büyük çoğunluğu Fransız kuramını kabul etme eğilimindedirler. Porter, yeni stilin 1063 yılında Paris’te başladığını ve doruk noktasına 1120 yılında Amiens nefi (orta sahını) ile ulaştığını belirtir.


“Roman and Medieval Art” (Roma ve Orta Çağ Sanatı) adlı kitabında Goodyear, Gotik stilin başlangıcı ve gelişmesi hakkında şunları dile getirir: “Gotik’in “erken”, “orta” ve “geç” dönemleri olduğu belirtilir. Oysa, bu dönemler arasında kesin sınırların bulunmadığı bilinmelidir. Genel olarak XII. yüz yılda Gotik Fransa’da başlamıştır ve diğer ülkelerde XIII. yüz yıl öncesinde bu stile rastlanmaz. XIII. ve XIV. yüz yıllar Gotik stilin yetkinliğe ulaştığı dönemlerdir. XV. yüz yılda ise göreli olarak gerileme görülür. Hem Almanya ve hem de İngiltere’de Gotik XIII. yüz yılda ortaya çıkmıştır. Halbuki İtalya, Gotik’i asla tümüyle kabullenmemiştir. İngiltere, Gotik stilde en yoğun yerel ve ulusal uygulamaların yapıldığı ülkedir ve bu nedenle İngiltere’de Gotik’in ikinci el olarak, bir taklit biçiminde uygulandığı aşikârdır. Biçimsel güzellik ve genel çekicilik açısından İngiliz katedralleri diğer tüm ülkeler ile yarışabilirler; ancak Gotik’in ortaya çıkıp gelişmesi açısından öncelik Fransızlara ait olmuştur.”


Acaba Gotik mimarlar bu yeni sanatın gizlerini nereden türetmişler?


Bu konuda da, çok sayıda farklı kuramlar mevcuttur ve pek aklı başında savların yanı sıra oldukça saçma olanlara da rastlanabilir. Lascelles, mimarların sivri kemerleri Nuh’un Gemisinden öğrendiklerini ileri sürmüştür. Stukeley, yeni yapı ilkelerinin Druid’lerin mağaralarını taklit etmeye çabalarken keşfedildiğini savunur. Ranking’e göre Gotik stil, temelde Gnostik bir karakter taşımaktadır. Christopher Wren, Gotik’in Araplardan alındığını söylemiştir. Findel’e göre, Gotik sanatı bulma onuru Cermen kökenli halklara aittir. Scott bu kurama katılmakta, ancak Fransa ve İngiltere’ye yayılmasını “Comacine Ustaları”na bağlamaktadır. Lewis, bu denli açık ve kesin ilkelerin ancak tek bir kişi tarafından oluşturulabileceğini düşünür ve Gotik sanatın keşfi onurunu Fransa kralı Şişman Louis’nin başbakanı Suger’e verir. Pownall, Gotik’in ağaç oymacılığından türediğini belirtir.


Günümüz sanat tarihçilerinin genelde birleştikleri kuram, Gotik’in zamanla ve ustadan çırağa sözlü eğitim ile evrimleştiği, kaçınılmaz olarak dönemin mimari ve toplumsal koşullarından etkilendiği biçimindedir. Bu kurama Gould da şu sözlerle katılır: “Gotik, bir taklit ya da çalıntı değil, özgün bir stildir. Avrupa’nın çeşitli yörelerinde hemen hemen eşzamanlı olarak belirmiş ve zamanla gelişmiştir.”


Gotik Mimarlar ve İlk Masonlar


Gotik stilin doğduğu dönemde mimarlık da dahil olmak üzere tüm sanatlar manastır tarikatlerinin denetimi altındaydı ve ancak büyük katedrallerin yapımı sırasında mimarlık laiklerin denetimine geçti. Doğrudan inşaat işlerinde çalışanlar hakkında tarihsel kayıtların çok az sayıda olması, hemen her zaman kiliseye bağlı kişiler tarafından tutulan dönemin kroniklerinde, laik yapı ustalarından söz etmeye tenezzül edilmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yapı ustaları, dönemlerindeki tüm diğer zanaat mensupları gibi, lonca benzeri meslek örgütlerinde (Guilds) toplanmışlardı. Meslek örgütleri, zaman ve mekân bakımından birbirlerinden çok farklı yapıda olmalarına karşın, yine de ortak bazı nitelikler göstermekteydiler. Her örgüt kendi toplumu içinde, ilgili mesleğin ticari tekelini elinde tutan yerleşik bir düzene ve mensuplarını bağlayan yasalara sahipti. Bir meslek örgütü bir başka meslek örgütü üzerinde herhangi bir denetim yetkisi kullanamazdı. Tüm bu meslek örgütlerinin ortak olarak uygulamak zorunda oldukları; çırakların eğitimi, hammadde sağlanması ve satış koşulları gibi konular hakkında belirli kuralları vardı.


Sanatlarındaki özellikler nedeniyle, katedral yapımını üstlenen meslek örgütleri bir çok önemli konuda diğer meslek örgütlerinden oldukça farklı bir duruma yükselmişlerdi. Bu farklılık, katedral yapımı ile uğraşanların içinde bulundukları çalışma koşullarının doğal bir sonucu idi. Kentlerin bir katedrale sahip olma lüksünü göze almaları sık rastlanan bir durum değildi ve bu yüzden katedral yapımında çalışanların her zaman iş bulmaları olanaklı olmazdı. Üstelik, pek alışılmadık meslekî gizleri öğrenme ve elde tutmayı gerektiren bu sanat oldukça zordu. Zamanla katedral yapım sanatının eşsizliğini anlayan yetkililer, bu meslek mensuplarına bazı özel ayrıcalıklar ve bağışıklıklar tanıdılar; örneğin bir kentten diğerine özgürce dolaşabilmek hakkını verdiler. Bu ayrıcalık, kendi kent sınırları dışında iş görmesine izin verilmeyen yerleşik meslek örgütleri ile gezgin katedral yapımcılarını ayıran en önemli nitelik oldu.

Gotik Mimarların Evrensel Kardeşlik Örgütü (!?)


Gould, Gotik mimarların kardeşlik örgütü kuramını reddeden yaklaşımını tümüyle yapıların mimari tanıklığına dayandırmakta ve araştırmacıların düşüncelerinde yanılabileceklerini ama yapıların yanılgıya düşmelerinin olanaksız olduğunu belirtmektedir. Gould’a göre, yapılar sundukları ihmal edilemeyecek yerel özellikler nedeniyle “tek bir büyük örgütlenmenin” ürünleri olamayacaklarını kanıtlamaktadırlar. Gould’un neredeyse bir anıt niteliğinde olan yapıtının sağladığı en görkemli başarı, çeşitli ülkelerdeki Gotik mimarinin incelenmesi ve bu yapıların tek bir örgütün ortak ürünü olmadıklarının kanıtlanmasıdır. Orta Çağ mimarisi konusunda çalışan çağdaş tarihçiler de Gould’un görüşlerine katılmaktadırlar.


Gotik’in evrimi ile ilgili olarak bilinen her olgu, bu stilin zaman içinde geliştiğini ve tüm Gotik mimari gizemlerini elinde tutan tek bir örgütün var olamayacağını kanıtlamaktadır. Sivri kemerler, kemerli çatı, payandalar ve Gotik’e özgü diğer teknik özelliklerin, birbirinden bağımsız biçimde, acı veren deneyimler sonucunda öğrenildiği anlaşılmaktadır.


Porter, payandaların Gotik stilin ortaya koyduğu yeni bir mimarlık ilkesi olduğunu belirtmektedir: “Gotik stilin doğumunu işaretleyen en önemli buluş, kemerli çatıların zaferini olanaklı kılan payandalardır. Bu bakımdan büyük olasılıkla, payandaların yarattığı olanak ve yararlar başlangıçta hemen fark edilmemiştir. İlk dönemlerde, payanda kullanılmadan inşa edilen oldukça büyük yapıların varlığı bilinmektedir. Ancak, çatının çökme tehlikesi karşısında payandaların sonradan eklenmesi sık rastlanan bir uygulamadır.”


Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi, Gotik stili olanaklı kılan payandalar ancak zamanla edinilen bir deneyimin sonucudur ve mimarlar payandaların sağladığı yararları yavaş yavaş deneyerek öğrenmişlerdir. Eğer mimari bir teknik ya da bir giz olarak payandalar tek bir örgüt tarafından önceden biliniyor olsaydı, bu zorlu ve yorucu evrime hiç gerek kalmayacaktı.


Benzer açıklamalar, Gotik’in temel unsurlarından biri olan sivri kemerler için de yapılabilir. Bir yapım unsuru olarak kemer oldukça eskilerden beri, Haçlıların Kudüs’ü ele geçirmelerinden çok önceleri kullanılmaktaydı ve Gotik mimarlar tarafından benimsenmesi zamanla ve zorunluluk nedeniyle gerçekleşti. Başlangıçta Gotik mimarlar uzun süre eski tür yuvarlak kemerleri kullanmakta ısrar ettiler. Süsleme amacıyla kullanımı ise daha sonraları ortaya çıktı.


Örnekleri çoğaltmak gereksiz. Zaman zaman mimarlık sanatı ve özellikle Gotik stil ile neredeyse anlamdaş olarak kullanılan “Geometri” aslında o günlerde asla soyut bir bilim dalı değildi; sayısız çabalar ve deneme/yanılma uğraşları sonucunda zamanla pratik olarak öğrenilmiş bir bilimdi. Ayrıca, Orta Çağdaki inşaat girişimlerini elinde tutan ve Geometri bilimine tümüyle egemen olmuş bir “büyük kardeşlik örgütü” hakkında herhangi bir tarihsel kanıt da mevcut değildir. Gotik yapılarda yer alan Romanesk süslemeler benzeri bir öyküyü açıklamaktadır, zira tümüyle Gotik nitelikte süslemeler ve renkli cam kullanımı da, tıpkı sivri kemerlerde olduğu gibi zamanla yavaş yavaş ortaya çıkmıştır.


Sanat tarihi, yapıların sunduğu bu kanıtları doğrulamaktadır. Gotik, alışılmış tarzlardan hareketle, dönemin koşullarına bağlı kalarak ve önceden var olan koşul ve alışkanlıklar arasından, zaman içinde evrimleşmiştir. Bugün evindeki rahat bir koltukta oturup, tıpkı bir film izlemişçesine tarihe bakan birisi için Gotik stil birdenbire ortaya çıkmış gibi görünebilir. Oysa olguların daha dikkatli bir incelemesi, tümüyle yeni bir sanat ve kültürü insanlığa bağışlayan bir büyük kardeşlik örgütü kuramının yalnızca tatlı bir hayalden ibaret olduğunu kanıtlar.


Bu konuda, tarihin sessiz kalması da kanıtlayıcı bir tez olarak ileri sürülebilir. Eğer Gotik sanat, tek bir örgütün egemenliğinde olsaydı, bu şaşırtıcı örgüt aynı zamanda köprülerin, yolların, surların, özel konutların ve kalelerin yapımını da üstlenmeli ve herkesin nasıl giyineceğini, evlerini nasıl süsleyeceklerini de öğretmeliydi. Zira, daha önce belirtildiği gibi, Gotik yalnızca katedrallerin yapımı ile sınırlı kalan bir mimarlık türü olmayıp, aslında tüm bir kültürü simgelemektedir. Hatta, böylesi bir bilgelikle donanmış bu varsayımsal örgütün, Avrupa’daki her büyük kentte bir merkezinin bulunması, o dönemdeki Katolik Kilise örgütlenmesi kadar evrensel olması ve tüm bunlara bağlı olarak, oldukça kapsamlı tarihsel belgeleri artlarında bırakması gerekirdi. Ancak, gerçekte bu tür belgeler yoktur ve ısrarcı araştırmalara karşın, doğrudan katedrallerin yapımına katılan kişiler hakkında bile kayıtlar yeterli bilgiler vermemektedir. Katedralleri inşa edenler hakkında bilgi edinmek isteyenlerin yolu şaşırtıcı olarak daima karanlıkta kalmaktadır.


Dönemin Koşulları


Gotik mimari, tek bir grubun çabalarının ürünü değil XII., XIII. ve XIV. yüz yıllarda Avrupa ve İngiltere’de yaşayan bir çok grubun ve örgütün eseridir. Özellikle İngiltere’de, II. Henry ve Magna Carta’yı imzalayan Yurtsuz John’un hükümdarlıkları sırasında toplumsal yapının ne denli karmaşa içinde ve halk yaşamının ne denli enerjik olduğunu anımsamak gerekir. Batı Avrupa’da durum pek farklı değildi; Capet hanedanını devirenler Frank toprakları üzerinde, Paris ve çevresinde eski Roma ile mukayese edilebilecek bir imparatorluk oluşturmuşlardı. Kentlerin özgürleştiği, feodal soyluların bölücü yaklaşımları karşısında kralların giderek güçlendikleri bir dönemdi bu. Papalık gücünü tüm Hıristiyan dünyasına yaymış ve neredeyse ahlâkî ve dinî bir bütünlük oluşturmayı başarmıştı. Bu birlik çok geçmeden Kudüs’ü almak için Filistin’e ordular gönderecekti.


Porter’in “Medieval Architecture” (Orta Çağ Mimarisi) adlı eserinden alınan şu satırlar, Gotik’in gelişme dönemindeki koşulları açıklamaktadır:


“Gotik katedrallerin en şaşırtıcı tarafı üretildikleri çağdır. Eşkiya baronların kargaşası, çekişen hiziplerin gürültüsü ile Kilise’nin bilgisizlik ve boşinançları arasında, bu alabildiğine entellektüel, ülküsel ve sevimli sanat aniden filizlenmiştir. Kargaşa dolu Orta Çağda Gotik’in doğuşu adeta bir zamanlama hatası gibi görülebilir. Döneminin ruhuna kesin biçimde karşıt gibi görünen Gotik mimari, aslında dönemin koşullarından derinden etkilenmiştir ve ancak o günlerin siyasal, dinsel, ekonomik ve sosyal koşulları dikkate alındığında Gotik’in özü anlaşılabilir. XII. yüz yıl, kendinden önceki yüz yıllardan çok daha ileri bir dönemdir ve “Fransız Rönesansı” diye adlandırılması hatalı olmaz.”


“Bu entellektüel devrim, pek köklü bir ekonomik atılım ile birlikte oluşmuştur. Uzmanlar, bu dönemin getirdiği değişiklikleri XIX. yüz yıldaki gelişmelere yakın bulurlar. Kentlerde çalışanlar serflikten kurtulmuşlar ve özgür örgütler altında birleşmeye başlamışlardır. Benzer bir gelişme köylerdeki serfler için de gündemdedir. Böyle bir ekonomik özgürleşmenin yararları muazzam olmuştur. Hac yolculukları, Fransız şövalyelerinin Avrupa’nın her yanına dağılması ve hepsinden çok Haçlı Seferleri, ticari yaşam için önceleri hayal bile edilemeyecek yeni etkinlik alanları yaratmıştır. Giderek güçlenen ve sayıları artan meslek örgütleri, Normandiya ile İngiltere arasında gelişen ticari ilişkiler, Montpellier ve Marsilya kentlerinin ikiye katlanan refah düzeyi, pazarların çoğalması, panayır ve fuarların artan önemi, tüm bu değişen koşullar halkın maddi yaşamındaki köklü gelişimi açığa koymaktadır. Çalışanların yaşamı kolaylaşmış, kentlerin ekonomik üretimleri artmış, yeni köprüler ve yollar yapılmaya başlanmıştır. Ticaret, bolluk yaratmıştır.”


Bu yeni yaşam tarzı, yeni düşünsel atılımlarda da kendini göstermiştir. Felsefe, hukuk, politika ve sanat konularındaki cesur fikirlerinden ötürü bir çok kişi Kilise tarafından yakılarak kurban edilmiştir. Yeni bir yaşam filizlenmiş ve bu zenginliğin içinden, tıpkı birer tomurcuk gibi Gotik katedraller doğmuştur.


Dünyanın bölük pörçük olduğu, ülkeler arası iletişimin pek zor gerçekleştiği böyle bir dönemde, Gotik sanatın tüm Avrupa’da sağladığı bütünlüğün mantıklı açıklaması nedir? Aslında Gotik becerinin tekilliği, bu becerinin ürünlerinin her yerde aynı olmasından kaynaklanıyordu. Özel Gotik yapım teknikleri, mimarlar için kendine özgü tek bir yöntemi zorunlu tutuyordu. Eğer bir harita üzerinde, Fransa’daki tüm Gotik katedraller işaretlenirse, yapıların başta Paris civarında yoğunlaştığı ve sonra çember biçiminde tüm ülkeye yayıldığı fark edilir. Bu durum, merkezde öğrenilen yeni mimari yöntemin zamanla çevreye dağıldığını göstermektedir.


Bu tür bir teknolojik ilerlemenin çok sayıda örnekleri var. Bugün dünya üzerinde sayısız ve pek çeşitli tipte makina var, ama hiç kimse bu makinaların gizinin belirli bir kapalı örgütün tekelinde olduğunu düşünmüyor. Örneğin, dünyada binlerce tıp eğitimi veren kuruluş var; bunlar aynı mesleki terimleri (bir tür gizli dil !) ve aynı aygıtları kullanıyorlar, benzer kuralları bulunuyor ve asıl önemlisi, buralardan mezun olan kişilerin eğitimleri dünyanın her yerinde resmen geçerli kabul ediliyor. Ancak, biliyoruz ki, tıp eğitiminin bu birliği hiç bir zaman bir “büyük kardeşlik örgütünün” titizlikle saklanan sırlarına bağlı olmamıştır. Bu tekillik, tıp biliminde kullanılan yöntemlerin doğası gereği sağlanmıştır. Bu durum Gotik sanat için de geçerlidir. Avrupa’nın her tarafında birbirini andıran Gotik yapıların yükselmesi, gizlere egemen olan merkezi bir örgütün değil, Gotik sanatın uyguladığı zorunlu teknik yöntemlerin bir sonucudur.

(http://www.geocities.com/turkishmasons/turkishpage2.html)

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Ülkemizdeki gotik eserler : (KKTC)

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

ıÜüSelimiye Camii
(St. Sophia Katedrali)

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

KATEDRAL, Kıbrıs'taki en büyük, en görkemli ibadethane ve en önemli Gotik mimari eser olarak kabul edilmektedir. Daha önce aynı yerde bulunan Hagia Sophia adlı bir Bizans kilisesinin üzerine kurulduğu söylenmektedir. Latin Başpiskoposu Eustorge de Montaigu tarafından 1208 yılında yapımına başlanmış ve 1326 yılında katedral kutsanarak ibadete açılmıştır. Kıbrıs'ın en önemli kilisesi olduğundan, Luzinyan krallarının taç giyme törenleri burada yapılmaktaydı. Yapı, 1373 yılında Cenevizliler, 1426 yılında Memlükler tarafından yağmalanmış ve bir kaç depremde zarar görmüştür. 1491 yılındaki yer sarsıntıları sonucu, Katedralin doğu bölümü yıkılmış ve Venedikliler tarafından onarılırken, eski bir Lüzinyan kralının (2. Hugh ) mezarı ortaya çıkmıştır. Bozulmamış durumda olan cesedin başında altın bir taç, üzerinde de altından eşya ve belgeler bulunmuştur. Fransız mimar ve ustaları tarafından inşa edilen katedral Orta Çağ Fransız mimarisinin çok güzel bir örneğidir. Katedral, anıtsal bir kapıyla başlar. Kapının üzerindeki taş oyma pencereler, eşsiz bir Gotik sanatı örneğidir. Girişin iki yanında bitirilememiş olan çan kulelerinin üzerine, Osmanlılar tarafından cami minareleri oturtulmuştur. Katedralin içi, üç koridor ile altı yan bölmeden oluşmuştur. İçinde küçük ibadethaneler vardır. Bunlardan kuzeydeki St. Nicholas'a (Noel Baba), güneydekiler Meryem Ana ve St. Thomas Aquinas'a adanmıştır. Caminin kadınlar bölümü olarak bilinen kısmı eskiden hazine dairesi olarak kullanılmıştır. St. Sophia'nın içinde, birçok Luzinyan soylusu ve kralları gömülüdür. Bunların mermer mezar taşları hala döşeme kaplamasının bir bölümünü oluşturur. Bu taşlar hasır ve kilim altında kaldıkları ve cami içinde ayakkabı giyilmediğinden üzerlerindeki yazı ve resimler bozulmadan kalmıştır.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

(http://www.tourism.trnc.net/main/pages_tr/ziyaret_ed_yerler/ziyaret_tesisler/lefkosa/selimiye_tr.htm)

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Bellapais Manastırı

GOTİK sanatın eşsiz örneklerinden biri olan manastır, Beşparmak dağlarının eteklerinde kurulmuştur. Fransızca "Abbaye de la Paix" yani "Barış Manastırı" sözcüklerinden bugünkü adı doğmuştur. Manastırın ilk sakinleri 1187 yılında Kudüs’ten göç eden Augustinian mezhebi rahipleridir. İlk manastır binasının yapımı 1198 - 1205 yılları arasındadır. Bugün görünen yapının büyük bir kısmı Fransa Kralı III. Hugh tarafından (1267 - 1284) inşa ettirilmiştir. Avlunun etrafını çeviren revaklar ve yemekhane ise Kral IV. Hugh döneminde (1324- 1359) yapılmıştır. Kıbrıs Osmanlılar tarafından alındıktan sonra manastır, Yunan Ortodoks Kilisesine verilmiştir. Avlunun yanındaki kilise manastırın en iyi durumdaki kısmıdır. Ön yüzdeki İtalyan freskleri 15. yy’da yapılmışlardır. Avludaki iki mermer lahit bir dönemler rahipler tarafından lavabo gibi kullanılmıştır. Lahitlerin arkasındaki kapıda, Kudüs, Lüzinyan ve Kıbrıs krallıklarının armaları asılıdır. Manastırın yemekhanesi de Gotik sanatın eşsiz örneklerindendir. Orta avlunun doğusunda rahiplerin iş odaları ve meclis odaları yer almaktadır. Meclis odasının ortasındaki sütunun ise erken dönem Bizans kilisesine ait olduğu düşünülmektedir. Rahiplerin yatakhaneleri ile hazine odası üst katta yer almaktadır.

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

Anthipanitis Kilisesi

 

 


 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Osmanlı sanatının Türk Sanat Tarihi içindeki tartışılmaz ayrıcalığı ilk kez onun, standart ve uyumlu bir üslup geliştirmiş olmasından ileri gelir. Horasan’dan Filibe’ye kadar uzanan kuşakta etkili olan Osmanlı Mimari Sanatı zaman içinde büyük değişimler geçirmiş ve kendini bu değişimlerden, hakim olduğu topraklar üzerinde gelmiş geçmiş tüm kültürlerin sentezini yaparak yaratmıştı. Elbette bu süre içinde belli dönemlerde bazı kültürlerden daha fazla etkilenmiş ve bu kültürlerin sanat anlayışlarını eserlerinde daha fazla yansıtmıştı.Osmanlı Mimarisi’nin 14.yy dan 20.yy.ın başlarına kadar uzanan etkinlik süreci bu nedenle üç bölümde incelenmektedir:


•Erken dönem(14.yy-15.yy)

•Klasik Dönem(15.yy-17.yy)

•Batılılaşma Dönemi(17.yy-19.yy)



Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde etkili olan Erken Dönem Mimarisi İznik, Bursa ve Edirne yapıları tarafından temsil edilir.Bunların ilk örnekleri İznik’te bulunur.İkinci payitaht Bursa ise gerek devletin ilk anıtsal taş yapılarını bulundurması gerekse Erken dönem Mimarisi’ne damgasını vurmuş “Bursa Üslubu“nun doğduğu yer olması nedeniyle büyük bir öneme sahiptir.14.yy.ın ikinci yarısında devletin merkezi olan Edirne ise bir cami ve medreseler kentidir. Erken Dönem Mimarisi özellikle taş işçiliği bakımından Selçuk Sanatı’nın izlerini taşır.Fakat Bu dönem eserlerini Selçuklu Sanatı’nın taklitleri olarak kabul etmemek gerekir: Erken Dönemde klasik anlayışın ve özgün Osmanlı sanatının ilk temelleri atılmış;kubbe geleneği ortaya çıkıp gelişmiştir. Klasik Dönem Mimarisi ise üç yüzyıllık geniş bir dönemde,imparatorluğun bütününde etkili olmuş;en parlak örneklerini ise İstanbul’da vermiştir.Bu dönem mimarisinin baş yaratıları,dini ve kamusal yapılardır.Özel mülkiyet anlayışı olmadığından sivil mimariye ait yapılara pek rastlanmaz.Kamusal ve dinsel işleve sahip olmayan ilk ürünler dönemin sonlarında ,batı etkisinin gelişiyle verilmiştir.Bu dönem, Erken Dönemin mirasçısı olarak kubbe geleneğini sürdürmüş,Erken Dönemin sonlarında ortaya çıkan merkezi plan şemasını geliştirerek onu anıtsal ölçülere kavuşturmuştur.Bir çokları Osmanlı Klasik Anlayışının karakteristik özelliği olan ;ana kubbeyi yarım kubbelerle mümkün olduğunca genişletme çabasının Ayasofya’ dan etkilenilmesi sonucu ortaya çıktığını iddia ederler. İmparatorluğun duraklama dönemine girdiği 17.yy. sonlarında ve bunu takip eden gerileme döneminde Osmanlı devlet adamları ve aydınları arasında reform arayışları baş gösterdi; fakat bu arayışlar daha çok Avrupa’nın idari ve kültürel açılardan taklit edilmesi şeklinde gelişti. Mimaride batılı üsluplar benimsenmeye başladı.Böylece 18.yy.dan sonra Klasik dönem eserlerine rastlanmadı,sivil mimari önem kazandı.

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
KLASİK OSMANLI MİMARİSİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ
A.Klasik Anlayış
 


Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u alıp Osmanlı’yı doğu ve batının birleştiği noktaya kadar genişletmesiyle devlet yönetiminde doğu ve batıyı kucaklamak isteyen bir politika önem kazandı.Bu sentez arayışı kültür-sanata da yansıdı.Doğulu kaynakların yanı sıra batılı kaynaklardan da-yalnız burada batı olarak kastedilen Bizans’tır;Avrupa değil-beslenmeye başlandı.Bu durumun ilk örneğini ,Selimiye Camii’nin yapılışına kadar aşılamayacak bir şaheser olarak kabul edilen Ayasofya Kilisesi’nin incelenmesi oluşturur. Bu inceleme gerek estetik gerek teknik açıdan Osmanlı kubbe mimarisinin gelişimini hızlandırmıştır. Birçokları tarafından 16.yy. Osmanlı’nın en parlak dönemi kabul edilir.Siyasi alandaki getirileri açısından bu yargının ne derece doğru olduğu tartışılabilir;fakat sanatsal açıdan özgün Osmanlı Mimarisinin en olgun devrini 16.yy. de yaşamış olduğu su götürmez bir gerçektir.Bu durumun temel sebepleri şöyle sıralanabilir: a-Sınırların büyük bir hızla genişlemesine paralel olarak imar faaliyetleri hız kazandı böylece mimaride büyük gelişim yaşandı. b-16.yy.da çağını en büyük güçlerinden biri haline gelen Osmanlı buna paralel olarak kültürel alanda da en olgun devrini yaşadı.Kendisinden önceki kültürleri sentezlemeyi tamamlayarak kendi kültürünü oluşturdu. c-Devletin ekonomik açıdan oldukça güçlü olmasıyla sanatsal çalışmalar desteklendi.Büyük binaların yapılması mimariyi gelişmesi için hem zorladı hem teşvik etti.

d-Özellikle mimari alanda bir birini izleyen anıtsal nitelikli yapılar gözden geçirildiğinde bu dönem deki sanatsal üslupta sultanın ne kadar etkili olduğu ortaya çıkar.Sultanlar Osmanlı Devletinin büyüklüğüne uygun,onu mimari alanda simgeleştirecek özelliklere sahip eserlerin yapılmasına ön ayak oldular.Bu simgesel eserlerle sultanlar tanrıya bağlılıklarını bildirirken bir yandan kendi varlıklarını duyuruyorlardı(bu durumun kanıtı kamusal işlevi olmasına rağmen külliyelerin onu yaptıran sultanın varlığıyla özdeşleşmesi,bu yapıların o sultanın adını taşımasıdır).Bu soylu ve yüce amaca uygun olarak mimari de şaheserler yaratmalıydı. Dönemin ileri gelenlerinin de hünkarın yolunu izlemesi mimarinin gelişimini hızlandırdı. Klasik estetik doruk noktasına ulaştı. Klasik Osmanlı Mimarisi gündelik hayatın gereksinimlerini karşılayacak yapılarda ifadesini bulur.Yani diğer bir değişle klasik anlayış değişen çağla beraber değişen gündelik yaşamın ihtiyaçlarını erken dönem sanatının karşılayamaması üzerine ortaya çıkmıştır.Bu özelliğinden dolayı klasik Osmanlı mimarisinde yapının en önemli özelliği işlevselliğidir. Mimarın amacı ise işlevselliği kapatmayacak ölçüde sanatsal yönü de olan yapılar ortaya koyabilmektir.Böylece Klasik Dönem yapılarında abartıdan uzak duruldu,sade ve dengeli kompozisyonlar oluşturulmaya çalışıldı. 15.yy.dan 16.yy.a kadar uzan dönemde (mimari halkın ihtiyaçlarına yanıt veren bir araç olarak ele alınması ve özel mülkiyet kavramının var olmaması nedeniyle) kamusal yapılar ön plana çıktı.Bulunduğu yerde ,halkın tüm gereksinimlerine yanıt verecek bir yapılar topluluğu olan külliyelerin inşası hız kazandı.Böylece hem kentleşme kontrol altına alınmış oluyor hem de devlet sosyal yükümlüklerini bir kerede yerine getirmiş oluyordu. Ayrıca bu yapılar vakıflar arayıcılığı ile yönetildiğinden hem devlete yük olmuyor hem de yapıyı yaptıran bina üzerinde bir hak iddia edemiyordu. Böylece de binalar tamamen halkın kullanımına açık oluyordu.

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
B.Klasik Mimarinin Tarihsel Gelişimi
Osmanlı Mimarisi bir çok alanda mirasçısı olduğu Selçuklular’ dan mimari alanda ayrılır.Osmanlılar ve arasında görülen en büyük fark Selçuklular’ın süslemeyi yani biçimselliği Osmanlılar’ ınsa mekan kullanımı yani işlevselliği ön plana çıkarmış olmasıdır.Ayrıca Osmanlılar’ da dini mimariye daha çok önem verildiği görülür.Bu farklılıklarına karşın Osmanlılar özellikle erken dönemde Selçuklu sanatından etkilenmişlerdir.Örneğin Osmanlılar Selçuklu bezemelerini kullanmışlar fakat onları biraz sadeleştirmişlerdir. Erken Dönem Mimarisi: Bursa okulunun tek kubbeli yapılarıyla başlayıp Edirne okulunun çift yada çok kubbeli yapılarıyla devam eden bir dönemdir.Bursa okulunun etkisinin daha baskın olduğu görülür. Bu dönem mimarlarının temel arayışı aydınlık ve ferah mekanlar yaratmaktır. Topkapı sarayı,Çinili Köşk,İlk Fatih Camii bu dönem mimarisinin en iyi örnekleridir. Devrin sonunda inşa edilen Üçşerefeli Camii planı açısından Osmanlı Klasik Mimarisine ilk adım sayılır:İç avlulu plan tasarımı ve ana kubbe anlayışının oluşturulması Klasik Anlayışın gelişinin işaretleridir.


Klasik Dönem 15-16.yy.:

Bu dönem Osmanlı mimarları camii mimarisinin özelliklerini belirlemeye çalıştılar.Ayrıca merkezi plan sorunun nasıl çözüleceği sorusuna yanıt aradılar. Bu dönem mimarlarının baş amacı her yönden ve herkes tarafından görülebilecek kadar yüksek ve heybetli yapılar yaratmaktı. Bu Dönem camilerinde kubbeli ve yan kubbeli bir örtü sistemi kullanıldı.Bu tavan dörtlü filayak sistemi ile dengelendi.Yukarıdan aşağı genişleyen bir kütle kompozisyonu (prizma biçimli yapılarla hiyerarşik ,basamaklı bir görünüm) tasarlandı.Ana kütle ve kubbe arasında daha uyumlu bir geçiş yapabilmek için kubbe kasnağı sınırlı yükseklikte tutuldu:Bu dönem yapılarında kullanıla kubbeler tam yarı küre şeklinde değildi.(Selatin camilerde) Minare sayısıysa iki veya dörttü. Bu dönemde kullanılan yapı malzemeleri küfeki taşı ve mermerdi.


16-17.yy.(Sinan Dönemi)

İmparatorluğun ekonomik alandaki refahını yansıtan büyük boyutlu eserler yapıldı. Şehircilik çalışmaları önem kazandı. Mimari elemanların ölçüleri ve kompozisyonları yeniden düzenlendi.:Ana kubbe genişletildi;yan mekanlar kullanışlı hale getirildi;filayak sayısı altı ve sekize çıkarıldı. Yapı malzemelerinde yalınlık ön plana çıktı.Ayrıca renkli taşlar da yapılarda kullanılmaya başlandı. 17.yy. da ,16.yy.ın etkileri görüldü.Batı etkisi henüz kuvvetli olmadığından bu dönemde Osmanlı kendi kaynakları açısından kısırlaşmamıştı,hala özgün eserler verebiliyordu..Fakat Osmanlı’nın duraklama dönemine girişi,iç karışıklıklar,ekonomik sıkıntılar mimaride büyük atılımlar gerçekleştirecek büyük boyutlu yapıların inşasını engelledi.Bu nedenle bu dönemde İmparatorluğun büyüklüğünün anısını yaşatacak eserlerle yetinildi. Özetle mimari de devletle birlikte duraklama dönemine girdi.


Batılılaşma Dönemi 18.yy(Lale Devri):

18.yy.da Lale Devri ile Osmanlı mimarisinde önemli değişiklikler yaşandı.Batılı yaşam tarzının benimsenmesiyle mimaride de batı etkisi hissedilmeye başlandı.Batılı üsluplar tercih edilmeye başlandı.Bunun sonucunda Klasik Osmanlı mimarisinin etki alanı daraldı,bir süre sonra da klasik anlatış yerin tamamen batılı üsluplara bıraktı.

Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa özellikle Paris ve Viyana’dan getirttiği projelerle İstanbul’un imarına el attı:Haliç ve Kağıthane Dersi gezinti yerleri haline getirildi.Kağıthane’de padişah için Sadabad Kasrı inşa edildi ve etrafı lale bahçeleriyle bezendi.Batılı tarzdaki binaların yöneticiler tarafından da benimsenmesiyle varlıklı kesimler arasında lale yetiştirme ve köşk yaptırma modası başladı.Böylece deniz kenarındaki semtler moda oldu:Üsküdar,Beylerbeyi, Bebek,Fındıklı, Alibeyköy , ve Topkapı… Köşk modası cami mimarisinde de etkili oldu :”Yalı camii”denen deniz kıyısı camileri yapılmaya başlandı.

19.yy(Tanzimat Dönemi): Tanzimat ile birlikte batılılaşma hareketleri daha da hızlandı.Tamamen barok ,rokoko,neogotik ve amper üslupları etkin oldu. Şehir yeni alanlara doğru genişlemeye başladı.Boğaziçi ve Sarıyer’e iskan arttı.Ayrıca alt yapı ve kent hizmetleri gelişti:Haliç’e köprü kuruldu;tünel(metro),atlı tramvay,Şirket-i Hayriye(deniz taşımacılığı yapan bir şirket) açıldı.Külliyelerden bağımsız ilk hastane (Vakıf Gureba Hastanesi) hizmet vermeye başladı. Batılı yaşam tarzının orta kesimler tarafından da benimsenmesiyle lüks tüketim arttı.Mobilyalar evlere girdi ve böylece binalar buna uygun yapılmaya başlandı.Aynı zamanda yazlık ve kışlık adeti başladı ve bu nedenle ev fiyatları arttı..Suriçi ve Beyoğlu kışlık ,Boğaz ,Kadıköy ve Adalar ise en gözde yazlık semtler arasındaydı.Kentin yerleşim dokusu değişmişti. Mimari kamusal alanda hizmet vermeyi bırakıp bireye hizmet etmeye başladı. Bu dönemin en önemli camileri Nuruosmaniye Camii,Dolmabahçe Camii,Aksaray Valide Camii ve Nusretiye Camiidir.

MİMARLIK VE USTALIK

A.Mimarlığa Yaklaşım

Osmanlı insanı dinin etkisiyle her şeyin kendisine tanrı tarafından kusursuz verildiğine inanır.Ona göre insana düşen tanrının yarattığı parçaları doğru şekilde Osmanlı toplumunun bir ferdi olan mimar da bu anlayıştan soyutlanamaz.Dolayısıyla mimar miri toprak düzeninin ve dini inancının yarattığı durallığı taşıyan ürünler verecek ,mimariyi bir kompozisyon sanatı olarak görecektir.Bu nedenle Osmanlı klasik mimarisinde yeni formlar yaratma amaçlı bir çalışma görülmez.Örneğin birkaç çeşit kubbe ,pencere vardır;mimar bunları bir legonun parçaları gibi birleştirir.Osmanlı mimarının yaratıçılığı ve becerisi ,mazmunları ve ses kalıplarını birleştirip “söz legoları”ndan şiir yaratan şair gibi parçaları ne derece doğru (uyumlu, göz okşayıcı ve işlevine uygun) birleştirebildiğiyle ölçülür.

Her şair dili bilir ama o dilin sözcüklerini art arda dizmekteki becerisidir şairin başarısını yaratan.Mimar için de durum aynıdır:mimarın elinde bir pencere vardır;şekli şemali bellidir yada caminin tepesinin kubbe ile kapatılacağı; minarenin ince, uzun, ve sivri olacağı;caminin iç mekanının kare biçimde olacağı açıktır ama kaç pencerenin nasıl sıralanacağını belirlemek ,kubbelerin nasıl dağılacağını tasarlamak mimarın teknik hakimiyet,sanatsal yetkinlik ve yaratıcılığına bakar.Sonunda Sultanahmet Camii’ndeki gibi mekan çiğ ışığa da boğulabilir; ışık Süleymaniye Camii’ndeki kutsallık duygusunu arttıran bir elemana da dönüşebilir.

Elbette mimar ve edebiyatçıyı eş saymak olanaklı değil.Kullandıkları araçların (söz ve taş) farklılığından çok hitap ettikleri kesimlerin farklılığından kaynaklanır bu: Her şeyden önce mimari yüzünü halka dönmüştür;divan şairi ise saraya.Birinin amacı işlevsel olmaktır diğerinin ki ise biçimsel mükemmeliğe ulaşmak.Diğer bir farkta biçimsel alanda görülür:mimari yalındır ,edebiyat ise süse boğulmuştur. Osmanlıda mühendis yoktur; bu görevi mimar üstlenmiştir.Bu nedenle mimarın ustalığının bir diğer ölçütü onun araziyi doğru kullanabilme becerisi,teknik birikimi ve hassasiyetidir(Klasik dönem eserleri değerlendirilirken teknik açıdan da değerlendirilmelidir). Örneğin Mimar Sinan Osmanlı tarihinin herkesçe bilinen tek mimarıdır çünkü o hem mühendis hem mimar olarak kusursuz denecek binalar yaratmıştır.Bu nedenle Sinan’ın eserleri Klasik dönem anlayışın çok iyi yansıtır.

Elbette Osmanlı mimarları sadece teknik eleman veya kompozisyoncu değillerdi.Her ne kadar biçimler belli olsa da her mimar eserinde farklı anlatım yolları ve teknikler denerdi.

B.Mimarların Yetişmesi ve Örgüt Düzeni

Klasik Osmanlı Mimarisi 15-18.yy.lar arasında oldukça geniş bir alanda etkin oldu.İmparatorluğun her yerine yayılan bu mimari anlayış ilk ağızda tüm yapıların aynı mimari kurum tarafından yapıldığı izlenimini verir.Oysa Osmanlı’nın çok kültürlü yapısı ve geniş toprakları göz önüne alındığında bunun imkansız olduğu anlaşılır.Belgelerden ülke genelinde imar faaliyetlerini denetleyen ve organize eden altı mesleki kuruluş bir de ek olarak bir teşkilatın var olduğu anlaşılmaktadır.Bu teşkilatlar doğrudan yada dolaylı olarak merkeze bağlıdırlar.

Ehl-i Hiref Teşkilatı:Ehl-i Hiref sanat sahibi esnaf anlamına gelir.Teknik yönü ağır basan ve özel uzmanlaşma isteyen işlerle(süsleme, bezeme…) uğraşanların teşkilatıydı.Bu teşkilat çeşitli zanaatlara ait bölükler halinde örgütlenirdi.Devşirmeler arasında yetenekli olanların alınıp yetiştirilmesi yada kendi dallarında becerilerini kanıtlayanların kaydedilmesi yoluyla kuruma insan kazandırılırdı.Örgüt üyeleri sarayın ihtiyaçlarını karşılamak ve padişahın yaptırdığı mimari eserleri süslemekle yükümlüdürler.Saraya bağlı bir teşkilat olduğu için üyeler ulufe alırlar.Buna karşın atölyeleri saray dışında bulunur. Örgüt çok sayıda zanaat kolunu içerdiğinden yaratılmasına katkıda bulunduğu yada benimsediği başkent üslubunu ülkenin her yanına yayabilmekteydi. Hassa Mimarları Ocağı:Anadolu Selçukluları;Beylikler ve Erken Osmanlı Döneminde düzenli bir mimarlık örgütü bulunmuyordu.Oysa Fatih’in İstanbul’u dünya başkenti yapma tutkusu ,hızla gelişen ve büyüyen devlet ciddi ve kapsamlı bir mimarlık örgütünün varlığını zorunlu kılıyordu.Bu ihtiyacı karşılamak için önce Hassa Mimarlık Ocağı kuruldu ve ardından ocağın alt kuruluşları olacak taşra teşkilatlarının düzenlenmesine geçildi.Devletin ocağa sunduğu imkanlar v mimari alanda yaptığı yatırımlar artıkça ocak da kendini geliştirdi ve klasik üslubun ilk basamaklarına ulaşıldı.1538’den sonra ocağın başına getirilen Mimar Sinan’ın çalışmaları sonucu kuramsal ve uygulamalı dersleriyle(resim,menazır,hesap,hendese=geometri,m imarlık dersleri) ocak bir okul niteliği kazandı ve 16.yy.da gelişmesini tamamlayarak kendine bağlı alt birimler olan taşra teşkilatları sayesinde tüm mimari faaliyetler üzerinde etkili oldu. Hassa Mimarları Ocağı sarayın Birun (dış hizmetler) örgütü içinde yer alan şehr’ emaneti (belediye) örgütüne bağlı yarı askeri bir ocaktı; Topkapı sarayı içindeki Sepetçiler Kasrı’nda eğitim veriyordu.Ocak içinde hiyerarşik bir düzenleme vardı:Yeniçeri Ocağından seçilen yetenekli gençler veya saraya bağlı bazı sanatçılar usta-çırak ilişkisi içinde eğitim görürlerdi.Ayrıca öğrenciler mimarlık dışında en az bir sanat daha öğrenmek zorundaydılar.Ocak içinde bu ek zanaata ,deneyimlerine ve yönetimsel kadrodaki yerlerine göre sınıflandırılırlardı. Hassa mimarlarının görevleri şunlardı: Kamuya ait tüm yapıların planların yapmak, keşif bedellerini denetlemek , yapım işlerini yürütmek, onarımlarını yapmak veya yaptırmak Askeri yapıların yapım ve onarımı, askeri yolları açılması ve tamiri,köprülerin yapımı, konaklama yerlerinin ve menzillerin düzenlenmesi ile ilgilenmek Saray dışından kimselerin yaptırmak istediği yapıların planlarını yapmak veya incelemek;bu yapıların malzeme ve inşaat hesaplarıyla ilgilenmek,binalara yapım izni vermek Şehre gelen inşaat malzemelerinin kalitesini ve bunları satan dükkanları ;sıvacı,duvarcı ve marangozların ehliyetlerini denetlemek Tüm vakıfların tamirat ve onarımını üstlenmek ve bunların yapım-onarım masraflarını onaylamak Donanmanın ihtiyacı olan kereste,seren vb. malzemeyi zamanında hazırlamak Ordu Mimarları:Hassa mimarları ocağı içinden seçilip askeri mimarlık işlerinde uzmanlaşan kişilerden oluşur.Savaş zamanında orduyla sefer çıkar,ordunun geçeceği köprüleri kurar,alınan savunma yapılarını(kale vb.) onarırlardı.Barış zamanında sınırlar üzerindeki askeri yolların keşif ve onarımı yada yenilerinin yapıyla görevlendirilirlerdi. Eyalet mimarları:Genellikle Hassa mimarları ocağında yetişmiş tımar sahibi kişilerden oluşurdu.Bunlar gittikleri yerlerde sürekli hizmet ederlerdi:bulundukları eyaletin inşaat esnafı ve işçileriyle eyalet sınırlarında yer alan savunma yapılarını onartır ve güçlendirirlerdi


Bölge Mimarları:Hassa mimarlarına vekaleten belli bir bölgenin toplu yerleşme birimlerindeki inşaat işlerini düzenlemekle yükümlüdürler.16.yy.ın başında görevleri çok fazlayken daha sonraları kent mimarlarının kurulmasıyla işleri, kolaylaşmıştır. Kent Mimarları:Şehirleşmeler sonucu devletin kent ölçeğindeki bir çok yerleşme biriminde inşaat malzemelerinin kalitesi ve fiyatlarıyla yapıların denetlenip düzenlenmesi ihtiyacı doğmuştu.Teşkilat bu ihtiyacı karşılamak üzere kuruldu.Kent mimarı unvanı babadan oğla geçerdi

.

Vakıf Mimarları:Külliye niteliğindeki yapıların arasından sorumlusu olduklarının bakım ve onarımı ile ilgilenirlerdi. Maaşları vakfın tahsisatından karşılanırdı.Görev yapabilmek için ustalıklarını kanıtlayan ehliyeti hassa mimarlarına onaylatmak zorundaydılar.Vakıf Mimarlığı kişi ölünceye dek süren bir görevdi v e bu kişiler kent mimarları arasından seçilirdi.


C.Önemli Mimarlar


Mimar Hayreddin(15.-16.yy.):II.Mehmet ve II.Bayezit dönemleri arasında yaşadı.Edirne’deki II.Bayezit külliyesinin mimarı,klasik Osmanlı Mimari geleneğinin öncüsüdür.Sinan’ın ustasıdır. Mimar Sinan:Kayserili Hıristiyan bir ailenin çocuğudur.Devşirme yolu ile yeniçeri ocağına alınmış ,yeteneğiyle dikkat çekmiş ve 48 yaşındayken mimarbaşılığa getirilmiştir. Davut Ağa(?-1598): sinan’ın öğrencisidir.Onun ölümünden sonra mimar başı oldu,III.Murat ve III.Mehmet dönemleri boyunca bu görevde kaldı.Eserlerinden en önemlileri Sarayburnu’ndaki Sepetçiler Kasrı ve İncili köşk ile Sultanahmet Külliyesi içindeki III:Murat Türbesi’dir.Yeni Camii’nin inşasına başladıktan bir ay sonra vebadan ölmüştür. Dalgıç Mehmet Ağa(?-1608): davut Ağa’ nın ölümünden sonra mimarbaşı oldu. Yeni Camii’ yi tamamladı.III:Murat Türbesi’ni tamamladı. Sedefkar Mehmet Ağa(?-1618): sinan’nın öğrencisi olup Dalgıç Mehmet Ağa’ dan sonra mimarbaşı oldu. İstanbul’dan götürdüğü yapı ustalarıyla birlikte Mekke’de Kabe’yi Medine’de Mescid-i Nebevi’ yi onardı.Sultanahmet Camii ve Külliyesi’ni yaptı.

Kasım Ağa(1570-1660):Arnavut kökenlidir.Üsküdar’daki, çinileriyle ünlü Çinili Külliye’ yi yaptı.Davut Ağanın yaptığı Sepetçiler Kasrı’nı genişletti.Saray entrikalarına(Sultan İbrahim entrikaları)azledilerek boğduruldu.Böylece Mimarbaşının eceliyle ölünceye dek görevde kalması geleneği bozuldu. Mehmet Tahir Ağa(18.yy.):III.Mustafa ve I.Abdülhamit zamanında mimarbaşlık yaptı.Fatih Camii’ni yeniledi.I:Abdülhamit adına Hamidiyye Külliyesi’ni (Bahçekapı)inşa etti. III.Mustafa adına yaptığı Laleli camii batılı etkilerle klasik Osmanlı sanatının birleşimi olup doğacak batılılaşma hareketinin habercisidir.


YAPILAR

A.Yapıların Genel Özellikleri

1-sadelik ve işlevsellik:

2-merkeziyetçilik ve teklik:Klasik dönemde sanat tekliği vurguladı.Bu özellikle camilerin örtü sisteminin ortada büyük bir kubbe ve onu çevreleyen yan kubbeler şeklinde tasarlanması ve tek odalı mekanlar yaratılması olarak kendini gösterdi.Bu durum iki şekilde yorumlanabilir:Birincisi bu anlayışın tanrının,Osmanlı’nın ve sultanın eşsizliğini,biricikliğini simgelemesidir.İkinci ise duruma tasavvufi açıdan yaklaşır;tekliğin öne çıkarılmasının nedenin ikilikten kurtulup vahdet-i vücuda karışma isteği olduğunu söyler. Aslında merkeziyetçilik kendini daha dolaylı yoldan mimari örgütlenmeye bağlı olarak sanat anlayışında göstermiştir.Sultanın o dönemki mutlak gücüne bağlı olarak sanat saray merkezli gelişmiş ve tüm mimari faaliyetlerin denetimi saraya bağlı mimarlık örgütü Hassa Mimar Ocağı’nın elinde bulunduğu için imparatorluğun her yerinde saray üslubu hakim olmuştur; bütün yapılar merkezin belirlediği şekilde inşa edilmiştir.

3-egemenlik:Yapıların tasarımı sırasında yapının geniş bir alana egemen olmasına(her yerden görülebilmesi vb.)dikkat edilirdi.

4-çevreyle uyum:Binaların üzerinde inşa edildiği araziye ile uyum içinde olması ve arazinin amacına uygun olması dikkat edile başka bir özelliktir.

5-hiyerarşi, simetri, denge:Kompozisyonlarda estetik görüntü elde etmek için simetriye ( elemanların dengeli dağılımına) dağılımına baş vuruldu.Hiyerarşik düzenleme ise kütle kompozisyonunda kendini gösterdi:Aşağı doğru genişleyerek inen kütle kompozisyonu basamaklı,uyum sağlayan görünümü , simgesel anlamı ve görüntüye hareket kazandırması nedeniyle tercih edildi.Bu hiyerarşik mimari tanrı-sultan-tebaa ilişkisinin temsil edilişi olarak yorumlanabilir.Bu görüntü camilerde köşelerde kullanılan minarelerle dengelendi.

6-kubbeli örtü sistemi:Yapıların dış görünüşünü karakterize eden elemanlar yarım küreyi andıran kubbeler ve düzgün kesme taştan yapılmış prizmatik bina gövdeleridir.Plan nasıl olursa olsun alt kütleyi örten tek veya çok (art arda iki eş kubbe veya ortada büyük kenarlarda küçük yarı ve tam kubbeler) kubbeli tavanlar kullanılır.Kubbe binaya derinlik kazandırdığı; basıklığı değiştirilerek farklı iç mekanlar yaratılmasına izin verdiği; mekanı genişlettikleri;alt kütlenin hantal görüntüsünü yumuşattığı ve simgesel anlam taşıdığı için çok tercih edildi.Hiçbir örtü sistemi onun yerini tutamadı.

B.Sinan Üslubu

Osmanlı‘nın en ünlü mimarı Mimar Sinan’dır.Oysa Sinan herhangi bir buluşa imza atmamıştır.Misal,klasik anlayışın ortaya çıktığı ilk yapı olan II.Bayezit Camii onun eseri değildir.Ayrıca Sinan’ın yapılarında kullandığı kubbe,yarım kubbe,birkaç şerefeli minareler, kemerler, tonozlar ondan önce defalarca uygulanmıştır.Sinan’ın büyüklüğü mimari geleneğin zengin birikimini yeniden ele alıp yeni boyutlar ve oranlarla farklı bir estetiğe ulaşmak için çabalarken elde ettiği başarıdan kaynaklanır.O,ölçü ve oranlar üzerinde çalışarak klasik mimarinin temel doğrularını ortaya koymuş ,böylece “Sinan Okulu denen kavram ortaya çıkmıştır.


Sinan okulunun en önemli özellikleri şunlardır:

1-Yapının işlevine ve üzerinde inşa edileceği araziye en uygun olan planın tercih edilmesi

2-Yatay ve düşey doğrultuda gözü rahatsız etmeyecek bir kütle kompozisyonuna gidilmesi,hantallık ve sert geçişlerin önüne geçilmeye çalışılması

3-Yapı elemanlarının büyüklüklerinin bir tam sayının katları olmasına dikkat edilmesi

4-Abartılı veya detaycı süslemelerden kaçınılması,bunun yerine teknik işlerde titiz ve detaycı olunması

5-Kubbe tasarımının sürekli geliştirilmesi

6-Yapı elemanlarının çok işlevli kullanımı(örneğin Sinan’ın eserlerinde kubbeye geçiş elemanı olarak kullanılan mukarnasların statik-kubbeyi taşımak-,estetik-uyumlu geçiş sağlamak- ve akustik-sesin dağılmadan yansımasını sağlamak- işlevi vardır)

7-Kagir Karkas tekniğinin kullanılması(Bu ağırlığın kemerlere ve ayaklara verilmesini ,duvarlara hiç yük binmemesini sağlayan ,Sinan tarafından bulunmuş bir tekniktir.Böylece duvarlar yıkılsa bile kubbe ayakta kalacak;hem de duvarlar inceltilerek yapının görünümü zarifleştirilebilecektir.) Sinan üslubu klasik anlayışın standart çizgisini yansıtır.Klasik dönem boyunca Sinan üslubu korunmuştur.Bu mimaride farklı mimarların eserleri arasındaki fark onların değişik etnik kökenlerinden değil,ayrı dönemlerde yaşamalarından ileri gelir:köken farkı genel mimariyi farklı bir çizgiye çekmemiş,yerel bir çok yapıda bile saray üslubunun ağırlığı görülmüştür.Bu mimarların,devletin en ücra yerlerine kadar nüfuz edebilen örgüt düzeninden kaynaklanır.

C.Klasik dönem Yapıları

Klasik Osmanlı mimarisinde ne cami,ne türbe,ne de mescit tek başına mevcut yapılar değildir.İnşa,şehircilik ve site anlayışına bağlıdır,bir birlik ifade eder.Camiinin yanı sıra imaret(fakirlere yardım eden sosyal yardım kurumu), medrese(lise ve üniversite), şifahane( hastane)ve bina topluluğunun yapıldığı yere göre kervansaray, hamam, çarşı, bedesten, arasta, çeşme vb. yapılar birlikte inşa edilir.Bu yapı topluluğuna külliye denir.

1- Türbeler ,Mescitler,Camiler ve Külliyeler

Cami,mescit ve türbeler külliyeler içinde bulunur,onları tamamlardı.Bunun dışında dinsel yapılar olması dolayısıyla,ibadet edilen herhangi bir mekanın kutsallığının ötesinde dinsel isteklerin simgesi olarak kabul edildiler ve.Bu durum özellikle camilerde daha baskındı; bu nedenle uzun süre camiler şehirlerdeki külliyelerin merkez binası olarak inşa edildiler.

Türbeler yeniliklerin denendiği yapılar olarak bir çok değişim geçirdi.Dah çok çokgen planlı türbeler yapıldı;bezeme sanatı yoğun olarak kullanıldı(örnek:Şehzade Mehmet Türbesi).Türbenin ihtişamı ise gömülü olan kişinin konumuna bağlıydı(örnek:Kanuni Sultan Süleyman Türbesi).17.-18.yy.da türbeler medreselerle birleştirilerek tekil yapılar olma özelliklerini kaybettiler.Buna karşın ihtişamları arttı(örnek:İbrahim Paşa Türbesi, İstanbul, 1603)

3-Medreseler ve Eğitim Yapıları

Temelde Selçuklu ve Beylikler Dönemi mimarisinin şemasını yansıtırdı.15. ve 16. yy.da medreseler sekizgen yada kareplan dahilinde yapılıyordu,derslik bölümü kubbeliydi.Devletin gelişip güçlenmesi 16.yy.da medrese yapımında yeni tekniklerin kullanılmasını sağladı.17.yy.da ulemanın iyice güçlenmesiyle medreseler külliyenin merkez yapıları oldular, ardından külliyeden koptular.

İlk Osmanlı kitaplıkları (Halil Paşa kitaplığı-Kayseri-, Köprülü Kitaplığı-İstanbul) 17.yy.da inşa edildi.

4-Kervansaraylar

Yollar üzerinde veya büyük yerleşim yerlerinde külliye bünyesinde de ayrı olarak da inşa edilebilirdi.Bezemelerin az kullanıldığı yapılardı.Yollar üzerinde inşa edilenleri külliyenin merkez elemanı olarak tasarlanırdı.

Kervansaraylar vakıf yoluyla işleyen yapılardı.Otel olarak hizmet verdikleri gibi zanaatçılar tarafından atölye olarak da kullanılırlardı.Ayrıca sefer zamanı ordu buraları konaklamak için kullanırdı.Konaklayanların can ve mal güvenliğinden kervansaraycı sorumluydu.

16.yy.da doğu-batı ticaretinin Akdeniz’den okyanuslara kaymasıyla Anadolu’daki bazı ticaret yolları önemini yitirdi.Bu nedenle şehir kervansarayları önem kazandı.

Klasik anlayışın en ünlü kervansarayları (şehir kervansarayları) olarak Valide Hanı(1640) ve Çakmakçılar Hanı;(yol kervansarayı olarak) Mehmet Paşa Kervansarayı’dır.Ayrıca Ulukışla Kervansarayı ve Sinan tarafından 15.yy.ın ikinci yarısında Edirne’de Mimar Sinan tarafından yapılmış; bu gün otel olarak kullanılan Rüstem Paşa Kervansarayı da klasik mimarinin ilgiçekici örneklerindendir.

5-Çarşı ve Bedestenler

Bunlar karşılıklı dükkan dizilerinden oluşan üstü açık yada kapalı sokaklardır.Daha çok yeni gelişen yerleşim merkezlerinde külliye bünyesinde inşa edilirdi.Bu yapıların klasik üslupta inşa edilmişleri arasında en önemlisi Vezirköprrü Bedesten ve Arastası’dır(İstanbul).

6-Hamamlar

Bezeme ve zengin örtü sistemlerinin kullanıldığı yapılardır.Genellikle “yıldızvari” ve “haçvari” planlarına göre yapılırlardı.17.yy.da külliye yapısından koptular.En bilinenleri Sirkeci’ deki Küçük Hamam,Vezirköprü’deki Ayşe Hanım Hamamı ve Merzifon’daki Paşa Hamamı’ dır.

7-Su Kemerleri ve Köprüler

15. ve 16.yy.larda sürekli göçler sonucu İstanbul’un nüfusu artmış;zaten kısıtlı olan su kaynakları şehre yetmez olmuştu.Kanuni Sultan Süleyman döneminde su sıkıntısının önüne geçmek için su yolu ve su kemeri yapımına ağırlık verildi.Bunlar arsında en bilineni Sinan’ nın bir eseri olan Mağlova Su Kemeri’dir.Ayrıca çıkılan seferlerde ordunun hareket hızını arttırmak için bir çok köprü yapıldı.17.yy.da köprü yapımı çok azaldı.

Bu yapılar genellikle süsüzdür fakat biçimsel kaygılarla yapılmış olanlarına da rastlanır.Bunların en ünlüsü dört köprünün birleştirilmesiyle oluşmuş;taşlar arsına döküle kurşunla sağlamlaştırılmış Büyükçekmece Köprüsü’dür.

8-Saray, Köşk ve Yalılar

İlk örneklerine 17.yy.da rastlanır(Sultan Ahmet Okuma Odası).Osmanlı köşkleri dikdörtgen ve merkezi hacimli yada çokgen biçiminde yapılır;çeşitli eklentilerle genişletilmeye çalışılırdı.Yalılarda ise erken dönem Osmanlı camilerinin ters T tipi (┴ ) planı kullanıldı.En bilinen yalılar Yalı Köşkü Sepetçiler Köşkü ve Çifte Kasırlar’dır.

Klasik Dönem boyunca pek fazla saray görülmedi.Hatta Kanuni dönemine kadar İstanbul’da Topkapı Sarayı ve Eski Saray dışında Osmanlı sarayı yoktu.İlk kez 15.yy.da Makbul İbrahim Paşa Sarayı’nın yapılması ile bu gelenek bozuldu.


D-Önemli Camiler ve Külliyeleri

II.Bayezit Camii ve Külliyesi

Yapım Yılı: 1501-1506

Yapan Mimar: Mimar Yakup Şah Bin Sultan Şah(Mimar Hayreddin)

Yaptıran kişi:II.Bayezit

Yapının şehir içindeki yeri:İstanbul’un üçüncü tepesi üzerinde yükselen Külliye Eski sarayın doğusunda bulunur.Tüm semte adını vermiştir.

Yapının sanat tarihi açısından önemi:Klasik Osmanlı Mimari üslubun yansıtan camilerin ilk örneğidir.Camii mimarisine bir çok yenilik getirmiştir.

Şehzade Camii ve Külliyesi

Yapım Yılı:1544-1548

Yapan Mimar:Mimar Sinan

Yaptıran kişi:Kanuni Sultan Süleyman (oğlu Mehmet için yaptırmıştır).

Yapının şehir içindeki yeri:

Yapının sanat tarihi açısından önemi:Eski ve yeni biçimlerin birleştirildiği bir eserdir.Kütle kuruluşuna yenilik getirmiştir.Dengeli ve simetrik yapısıyla ön plana çıkar.Sinan’a özgü piramit biçimli(aşağıya doğru genişleyen) camilerin ilk örneğidir.

Süleymaniye Camii ve Külliyesi

Yapım Yılı:1549-1552

Yapan Mimar:Mimar Sinan

Yaptıran kişi:Kanuni Sultan Süleyman

Yapının şehir içindeki yeri:

Yapının sanat tarihi açısından önemi:Cami ışık oyunları(her pencereden süzülen ışığın manevi etki yapması için hangi açıyla nereye düşeceği hesaplanmıştır), ve yankı değeriyle (akustik) ön plana çıkar.Ayrıca ağırlık dağılımı Haliç’e kadar inecek şekilde yapıldığı ve kubbe kemeri çok iyi hesaplandığı için çökme tehlikesi altında değildir.

Camii, şehrin neresinden bakılırsa bakılsın etkileyici görünmesi için şehrin siluetine hakim bir yerde,dik açı etkisi yapacak piramit şekilli bir arazi üstünde kurulmuştur.

Selimiye Camii ve Külliyesi

Yapım Yılı:

Yapan Mimar:Mimar Sinan

Yaptıran kişi:II.Selim

Yapının şehir içindeki yeri

Yapının sanat tarihi açısından önemi:

Sultanahmet Camii ve Külliyesi

Yapım Yılı:1609-1620

Yapan Mimar: sedefkar Mehmet Ağa

Yaptıran kişi:I.Ahmet

Yapının şehir içindeki yeri:İstanbul’un Eminönü ilçesinde aynı adı taşıyan semtte, Bizans döneminden kalma bir hipodromun yakınında inşa edilmiştir.

Yapının sanat tarihi açısından önemi:Klasik Osmanlı Mimarisinin son Görkemli örneklerindendir.Sinan okulunun en sıkı takipçilerinden Sedefkar Mehmet Ağa tarafından yapıldığından Sinan Üslubunun özelliklerini taşır.Bununla birlikte planında yenilikçi düzenlemeler de görülür:ilk defa altı minare kullanılmış;cami bünyesinde Hünkar kasrı inşa etme geleneği bu cami ile başlamıştır.Fatih ve Süleymaniye Camii’ nden farklı olarak düzgünlük ve simetri arayışıyla yapılmamıştır.

Mimarının Selimiye’den daha yetkin bir eser yaratmak amacıyla yaptığı bu camide hiçbir masraftan kaçınılmamıştır.Yapı özellikle çini işçiliği ile ünlüdür:İstanbul’da Topkapı’ dan sonra en zengin çini koleksiyonu burada bulunur.Mavi çiniler daha çok kullanıldığından batıda “Mavi Camii”(Mosqué Bleu) olarak tanınır.

Yeni Valide Camii

Yapım Yılı:1597-1663

Yapan Mimar: davut Ağa tarafından yapımına başlanmış fakat onun ölümü üzerine Dalgıç Ahmet Çavuş ve Mustafa Ağa tarafından tamamlanmıştır.

Yaptıran kişi:

Yapının şehir içindeki yeri

Yapının sanat tarihi açısından önemi:Özgün çini kullanımı açısından Osmanlı sanat eserleri arasında önemli bir yere sahiptir.

 
 
  Bugün 20 ziyaretçi (29 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol